
Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi “Toprak, Ateş, Su ve Havayla Yazılmış Bir Dize” sergisiyle, İsveçli kadın sanatçı Åsa Jungnelius’un eserlerini bir araya getirdi. Jungnelius’un, İsveç’teki ormanlık alanda kurduğu cam atölyesi ve Denizli ŞişeCam Fabrikası emektarları eşliğinde, birçok yerini keşfe çıktığı Türkiye’den ilham ve destekle aylar süren proje ile ürettiği eserleri, müze koleksiyonu ile Sadberk Hanım Müzesi’nden ödünç kimi yapıtlarla da, bir tür varoluşçu ilişkiye giriyor. Jungnelius, heykel, resim, fotoğraf ve sanat tarihi gibi, zaman ve sabrın da üretiminde aktif birer malzeme olarak katkı sağladığı görüşünü savunuyor.
20’nci yılını kutlayan Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi, İsveçli çağdaş kadın sanatçı Åsa Jungnelius’un müzede 18 Ocak 2026’ya kadar yer alan “Toprak, Ateş, Su ve Havayla Yazılmış Bir Dize” isimli kişisel sergisine ev sahipliğinde bulunuyor.
Proje, sanatçının Türkiye’nin türlü noktalarında çalıştığı çok disiplinli bir organizasyonun da fotografik, heykelsi ve mimari dokümanteri. Kataloğu ile daha bir belgeselleşen sergi, İsveç Konsolosluğu başta olmak üzere, eser üretim sponsoru Şişecam, eserleri ödünç alınan Sadberk Hanım Müzesi, Suna ve İnan Kıraç Vakfı Ağırlık ve Ölçüleri Koleksiyonu ile, aynı vakfın sanat tarihsel zenginliğini, sanatçının emeğiyle hemzeminde kesiştiriyor.
Küratörlüğünü Elif Kamışlı’nın üstlendiği, (Wall Heritage olarak anılan) İstanbul İsveç Araştırma Enstitüsü’nün resmen desteklediği serginin grafik tasarımında, Yelta Köm – Studio No Frame ve Pelin Gezer’in emeği mevcut. Sergi, Selma Hekim, Barış Bilgen ve Müge Işıgöllü Sedola’nın öğrenme programlarıyla güçlenirken, Gülçin Kaya, etkinliğin film ve video programının sorumluluğunu taşıyor.
Orrefors KostaBoda emekçileri ile, ŞişeCam cam ustalarının güçleriyle hayat bulan “Toprak, Ateş, Su ve Havayla Yazılmış Bir Dize” sergisine hayat veren Jungnelius, serginin hazırlık aşamasında, Doğu Anadolu yöresindeki obsidyen yataklarına yaptığı seyahatten ilham almış.
Sanatçının Türkiye’de ilk kez Pera Müzesi’nde ziyaretçilere sunduğu çalışmaları arasında, camı sade formlardan soyut biçimlere dönüştürdüğü işler de bulunuyor. Projenin önemli ayaklarından bir diğerini ise, bu süreçte sanatçıya refakat ederek onun tanıklığını belgeselleştiren İsveçli fotoğraf sanatçısı Peo Olsson’un sergideki işlerle temasa geçen kadrajları oluşturuyor.
Küratör Kamışlı, Jungnelius ile bir yıl önce, Mart ayında İsveç Konsolosluğu’nun 1870’te (yandıktan sonra tekrar) inşa olunan tarihi binasında tanışmış. Eserleri 2014’te de, yine Pera Müzesi’nde sergilenmiş olan “Aurora-Çağdaş İskandinav Cam Sanatı” sergisinde yer bulmuş ödüllü cam sanatçısı ve tasarımcı, uzman küratör, akademisyen ve eleştirmenler tarafından eserlerine yansıttığı feminist duruşuyla da takdir topluyor.
“Toprak, Ateş, Su ve Havayla Yazılmış Bir Dize” sergisinin sahibi Jungnelius, aynı zamanda henüz çok küçük yaşta bulunan oğluna da “Taş” anlamına gelen “Sten” ismini vermiş, emektar bir anne.
Elif Kamışlı, sanatçıyla ilgili okumasını, katalog metninde bize şöyle derliyor:
“…Ara ara toprağın ya da malzemenin ona diyeceklerini duymak için, durup bulunduğu ortamın kendine nüfuz etmesine izin veriyor. Bilinmeye adım atmaktan – zihinsel veyahut fiziksel – korkmuyor. Süreçte kaybolurken, birçok kişinin aksine, içine düştüğü belirsizliği ve karanlığı kucaklamaktan çekinmiyor. Bunu sağlayan da, bir maceraperestin bilgeliği ve içgüdüsüyle yolunu bulmak için, önce kaybolmak gerektiğini bilmesi…” (1)
Çalışırken kolektif üretimde olmayı önemseyen 1975 Stokholm doğumlu sanatçı, bu yolda da küratör Kamışlı refakatı ile, Denizli’de Atatürk emriyle kurulan 1935 tarihli ŞişeCam fabrikası ile işbirliğine gidiyor. Jungnelius’un cam sanatına yakınlığı, henüz 17 yaşında bir otoparkta tanışarak, cam kolyesinden etkilendiği bir genç kızın kendisine kolyenin kaynağı olan adresi tarifi üzerine ‘Kristal Krallığı’ sayılagen Småland’a gidişiyle başlıyor. Burada aldığı eğitimine Orrefors mevkii ile, İngiltere’deki Brierley Hill’de edindiği deneysel cam okulu tecrübesini de katan sanatçıya göre, cam malzemesi kendisinin iç dünyasıyla onu çevreleyen dış dünya arasında da bir aracı vazifesi üstleniyor, sanatçı böylece düşüncelerini şekillendirme olanağı elde ediyor.
Proje dolayısıyla küratör Kamışlı ayrıca, bölgenin arkeolojik adresi Aphrodisias antik kentine de bir yolculuk yapıyor. Kent günümüzde Ara Güler’in klasik kadrajlarıyla bir daha ölümsüzleşirken, kazı tarihini de bölgeyi günışığına çıkaran Arkeolog Prof. Dr. Kenan Erim’e borçlanıyor.
Pera Müzesi’ndeki serginin bir diğer ayağını, sanatçı Jungnelius’un fotoğrafçı Peo Olsson ile belgeleyip keşfettikleri, Muş’tan Kars’a, oradan Ani Harabeleri ve Ağrı Dağı eteklerine erişen ‘obsidiyen hafıza’ keşfi oluşturuyor. İkili yine küratör Kamışlı ile birlikte, Ferzan Demirtaş rehberliği ile dört gün içinde, İran ve Ermenistan sınırlarını takip ederek, ortalama 900 kilometre kat ediyor. Obsidiyen terimi, ‘doğal formunda, hızla soğumuş lav’lar için kullanılıyor. Küratör Kamışlı’nın da dediği gibi, sanatçının ortaya koyduğu eser “…gücünü kolektif bir çabadan alıyor. Bu süreçte bilinmeyeni kucaklamak, varoluşun kaçınılmaz özelliklerinden, kusuru kabul etmek anlamına da geliyor.” (2)
Pera Müzesi’ndeki Åsa Jungnelius sergisi, yukarıda da işlendiği gibi, özellikle farklı cam işçilerinin sürece kendi nefesleriyle kattıkları özgün biçimleriyle varolan biricikliğin kıymetini kucaklıyor. Taş, cam ve metalin kozmik bir ‘oda müziği’ ürettiği duyumsanabilecek sergi, sanatçının figürden soyuta evrilen heykelleriyle de not ediliyor. Yine Küratör Kamışlı’nın okumasıyla, “…Denizli’de işleve sahip nesnelerin üretim akışlarına müdahale ile ortaya çıkan heykeller, biriktirilmesi imkânsız bir şeyi, ‘hava’yı tutuyor,” ve böylece de serginin kavramsal üçüncü ayağına can veriyor.
Sözü yine Kamışlı’ya bırakırsak, “ Åsa Jungnelius’un sergisi, Toprak, Hava, Ateş ve Su elementleriyle iş birliği içinde, bir yıla yayılan bir yolculuk boyunca yazılmış bir dize olarak da okunabilir. Sanatçıyı ve malzemelerle kurduğu ilişkiyi merkeze koyan sergi, yakın dönem cam ve mermer heykellerini, bu sunum için özel olarak Denizli’de üretilmiş eser serisi ile bir araya getiriyor.” (3)
Bunlar okunurken, yine Tim Ingold ve Bodil Peterson’ın, sanatçının emeğinden ilhamla kaleme aldıkları sanat tarihsel ve sosyal, siyasal katmanlarıyla pekişmiş katalog metinleri, sanatçı Jungnelius’un sergisiyle teşhir ettiği eylemin zenginliğini de kamaştırıyor. Camın ayak izlerini süren Peterson’ın metni, Ingold’un cam ve mermerin ‘bünyesini’ tahlil ettiği estetik ve şairane metnine karışıyor.
Sergi, metal konstrüksiyonu şefkat tonundaki bir pembe – kahveyle kesiştirip, gerçeküstü bir âlem müzesini önümüze koyuyor. Sanatçının, bir antik ‘çekül’ü ayna yoluyla sonsuzlukla neredeyse öpüştürdüğü bu karizmatik koreografi, ölüm ve yaşam dediğimiz tekil ve tümelliğin verdiği yazgısal sarkaçta ikâmet ediyor. Etkinlik, hayatı bize alışılmadık, biricik nesnelerle anlatan çıplak sesli, operatik bir akustiğin döllediği, güncel bir sahne – dekor önermesi gibi de deneyimleniyor.
Bu eserler, buluntu ve yaratı oluşlarının rehavetini, birbirlerine tepeden bakmadan, birlikte kutluyor. Çalışmalar, bizimle tanışıklıklarının her seferinde, güzellik ve özellik tariflerimizin üstüne, kibarca ve mütebessim birer çizgi daha çekiyor.
Sergiyi vücuda getiren camın ruhuna, sanatçı ve ekibince, can emeğince üflenmiş keskinlik, içtenlik, kırılganlık ve berraklık gibi unsurlar, günümüz sanat ve tarih algısı adına birer etik metafora vesile oluyor.
Etkinlik, en pratik şekilde, ‘madde’ye bakıp, üzerinden ‘manâ’ya nasıl yolculuk edebileceğimizi tartışmaya zemin de üretiyor. Maddenin yazgısı üzerinden, insan ve anlatının ‘son kullanma tarihini’ yeniden sınıyor. Böylece, içinde misafir olduğu klasik eserlerle dolu disiplinler üstü müzenin içinde de üreyerek, bilgi, değer ve arşivselliğin kalıcılığı adına, bir nevi tüp bebek operasyonu etkisi dahi iletiyor.
Bu yüzden, narinliği ile kendi hijyenini sahiplenen sergide, erken İslâmi cam terazi ağırlıklardan, yirminci yüzyıl başında takı yapılarak Mısır’da kullanılmış bir bileziğe, oradan antik bardak, sürahi, emzik, küçük amfora veya şişe gibi bir çok örneği de, Suna ve İnan Kıraç Vakfı Anadolu Ağırlık ve Ölçüleri Koleksiyonu’ndan ya da Sadberk Hanım Müzesi’nden çıkıp, “Toprak, Ateş, Su ve Havayla Yazılmış Bir Dize” sergisindeki çağdaş sanat ürünleri ile coşku içinde buluşabiliyor.
Bu ürünler arasında sözgelimi, sanatçının 2024 tarihli “Yoğun Sıcak Çekirdek II” veya “Anne” (Nefes I) büyük ilgiyle izleniyor. Hatta sergideki “Acı-Tatlı” soyut cam form, tıpkı atmosferde tabiat anayı selâmlayıp geçen çapkın bir kuyrukluyıldız, ya da bütünleşmiş iki bedenin zevkle ürettiği o anlık varoluş çakışmasına, tüm poetik kudretiyle nazire yapıyor.
Jungnelius, sergisinde üretim meselesine kadınca bir bereket paranteziyle yaklaşmayı meslekî bir ilke haline getirdiğini, bize sunduğu “Kusursuz Dönüşüm” (2024) veya “Havan” gibi, yine tensel enerjili yeni işleriyle de teşhir ediyor. “Ben de Seni Taşıyabilirim” (Nefes IV) veya “Kollarımın Arasına” gibi bu eylem ve parça-organ soyutlamaları, serginin duyusal, cinsel ve doğurgan kozmetiğini daha bir yoğunlaştırıyor.
Bu sırada, fotoğrafçı Peo Olsson’un Türkiye’den yakaladığı imgeler ise, anlatılan hikâyenin köklerini kültürel bir görsel altyazı gibi takip etmekten geri durmuyor. İsveç Linnaeus Üniversitesi Onur Doktorası sahibi sanatçı, Arkas News’a verdiği özel röportajda da, bu atmosferi bizlere daha da yaklaştıran kimi içten ifadelere başvuruyor:
Sergide kudret ve kırılganlık arasında bizi salındıran bir etki mevcut. Bu, sizin sembolik veya ilkesel sanat pratiğiniz midir?
Evet, gerçekten de, maddeyi ‘dinlemek’ ve diyecekleri adına büyük çaba gösteriyorum. Bu yolla sanat yapıtları da, bir birey olarak bana tepki verebiliyor. Düşüncem o ki, biz insanlar halihazırda bu kırılganlık ve kudreti zaten kendi içimizde taşıyoruz. Türkiye’deki bu sergimde sanıyorum ki ‘tabiat ana’yı cam malzemeden hareketle bizim de bir keşifte bulunmamız ve belki de en önemlisi, tam da bunun yaşandığı coğrafyada hepimizin bulunduğunu idrak etmemiz söz konusu.
Buna elbette, benim ülkem İsveç’te yaşadığım ve ürettiğim, ormanlık alandaki atölyem de dahil. Orası geceleri kapkaranlık, çıt çıkmayan, sessiz bir yer. Benim de malzemenin dediklerini işitebilmek için orada bulunmam gerek. Dolayısıyla sergide de o anlarda neleri duyup, neleri gördüğümüzü sizlere göstermiş durumdayım. Bunun için, bunu dışavurabilmek için nasıl bir ihtiyaç haline girdiğimi bu sergiyle gösteriyorum.
Örneğin sergi girişindeki, tarihi çekül ve organik ip ve ayna kullandığımız ilk yapıt, bize esasında hepimizin evrende aynı sistem içinde bulunduğunu ve bir biçimde adeta, bunun ta içine yerçekimi ile düştüğümüzü izah ediyor. Ben bu çalışmayla daha önce otorite için kullanılmış bir nesneye kendi hikâyem aracılığı ile yorum getiriyorum ve bunu yaparken de doğadan elde edilmiş, sanatçı dostum Marcus Wallin imzalı, ortaklaşa ürettiğimiz, organik fiber bir ip kullanıyorum.
İşlerinizde ‘misafirperverlik’ büyük yer tutuyor, değil mi ?
Yapıtlarıma giden yolda, alanında ekspertiz birçok kişiyle ortak üretime giriyorum. Örneğin fotoğrafçımız Peo Olsson ile uzun yıllara dayalı bir ortak emeğimiz ve dostluk ilişkimiz var. Bu çalışma biçimini ayrıca çok uzun süre boyu yalnız kalma pratiği ile de harmanlıyorum. Ayrıca malzeme ile kendi zamanım içinde çalışma ihtiyacım oluyor. Ancak sanırım ki insan ilişkileri ve onlara çalışmak da bir tür malzemedir ve ben bu süreçte bulunmayı özellikle seviyorum. Böylece yapıtla çalışırken, hakkında hiçbir şey bilmediğim bir sürece de dahil oluyorum. İnsanlar, gittiğim yerler böylece ürettiğim yapıtların biçimlerini tayin ediyor.
Çalışmalarınızda şeylerin cinsiyetine, doğurganlığına da referans verdiğiniz anlaşılıyor. Ayrıca şeylerin düzeni, düzensizliği ve değeri de üzerinde çalıştığınız diğer unsurlar olarak kayda giriyor. Bu anlamda işleriniz de felsefi bir boyut kazanıyor. Örneğin eserlerinizi gözlemlediğim kadarıyla aklıma Joseph Beuys gibi bir figür de sıkça geliyor. Bu anlamda eserlerinizle sanat tarihini nasıl yan yana getirdiğinizi söylersiniz ?
Gösterdiğiniz bu güzel refleks için teşekkürler. Bir sanatçı olarak tabii ki sanat tarihi ile bağlarınız oluyor. Ben de bu zincirin bir parçası olarak öteki sanatçılara hem kavramsal, hem felsefi bakımdan temas edebiliyorum. Bunlara halen yaşayan sanatçılar da elbette dahil edilebilir. Çünkü sanat halihazırda paylaşılan ortak bir bilgi topluluğudur. Ben de bu geleneğe bir bakıma dahil bir kimseyim.
Örneğin Louise Bourgeois. Hakkında ne düşünürsünüz ?
Oh, evet, onu çok seviyorum. Bence o heykelin anasıdır. Yapıtlarına büyük saygım vardır. Sanat tarihinde eserlerinin benim önümde bulunmasından büyük gurur duyarım. Kendisi bir anlamda benim de kendimi bu denli özgürce ifade edebiliyor oluşumun bir parçasıdır.
Keza eserleriniz şeylerin ‘sağlığı’yla da çok ilgililer. Bu yönüyle hem ekolojik, hem biyolojik ve hem de sürekli telaffuz ettiğiniz ‘Doğa Ana’ya referansla, bereketliler. İlaç etkisindeler.
Evet, özellikle erken işlerimin son derece feminist etkiler taşıdığı söylenebilir. Bence bu sergi de sanırım 20 yıl sonraki beni yansıtıyor. Bu anlamda Doğa Ana ile ilişkim üzerinden şeylerin, insanlığın kırılganlığına da çok değiniyorlar. Örneğin bizler bedenlerimizde bir çok süreci aynı anda deneyimleyen varlıklarız. Bu deneyimlerin paylaşılması uğruna bu durum da benim için ayrı bir yer tutuyor. Evet, erken işlerim, 20 yıl evvel, bir anlamda ‘çığlık atan, öfkeli’ işlerdi. Ama ben daha da ileri yaşlara ulaştıkça bu eğilim çok daha büyük bir çeşitliliğe doğru ilerledi. Bu insan olma hali ile ilgili bir durum.
Bunun dışında sanat tarihsel referanslarınız oluyor mu?
Elbette Louis Bourgeois gibi, Niki de Saint Phalle’ı anabiliriz.
Birlikte çalıştığınız ‘çıraklar’ oluyor mu?
Daha ziyade belli bir alanda eksper olan kimselerle çalışıyorum. Böylece kendi kendilerinde daha güçlü bir hali de yansıtabiliyorlar. Böylece o bilgiyi harmanlayabiliyoruz. İnsanları kendi bildikleri içinde daha güçlü oldukları yönünde bir değerlendirme anlayışım bulunuyor. Böylece birer takipçi olmak durumunda da kalmıyorlar. Çünkü birer farklı birey iseniz, bu daha iyidir. Tabii bununla beraber İsveç’teki cam atölyelerinde genç yaratıcılarla ortak projeler de yapıyoruz ve böylece nasıl etkilendiklerini gözleme fırsatı da yakalıyorum. Yani onlara öğretmenlik de yaptığım oluyor, evet.
Hayli kırılgan doğalarıyla da ilgi gören işlerinizde kazanın etkisi nedir? Bunları nasıl öngörüyorsunuz? Sigorta süreçleri yaşanıyor mu?
İlginçtir, bu eserler müzeden, sergileneceği yerden içeri girdiğinde daha güçlü hale geliyor. Evet, atölyemde bariz bir kırılganlık yoksa tabii ki söz konusu.
Kamusal alan yapıtlarınız oldu mu ? Örneğin vatanınız İsveç’te böyle bir eser var mı?
Evet, İsveç’te böyle bir eserim var. Bununla birlikte bir tren istasyonuna hazırladığım bir devasa iş üzerinde çalışıyorum. Ayrıca anneliğe övgü temalı ‘Kabuk’ isimli bir başka proje üzerinde de çalışmaktayım. İki yıla kadar bitecek bu eser üzerinde 10 yıldır uğraşmaktayım. Evet, böyle işlerim var, bununla birlikte mekâna özgü, deneysel ve süreç bazlı işler de ortaya koyduğum oluyor. Örneğin eski bir petrol fabrikasının içine devasa bir sıcak hava balonu kattığım bir projem bulunuyor. İnsanları bunun içine hapsolmuşlar gibi deneyim yaşamaları adına bu projeyi geliştirmiştim. İnsanların kamusal alanda sanatla kurduğu ilişki beni hep cezbetmişti.
Eserlerinizde kaçınılmaz bir diğer malzeme, zaman olsa gerek. Oldukça sabırlısınız ki, bu sabrı da bir malzeme gibi ortaya çıkarıyor. Zira eserlerinizle zamana donmuş beden ve mekânlar biçiyorsunuz.
Evet, üzerinde çalıştığım şey üstünde kaç saat geçirdiğim beni hiç etkilemiyor. Bu saatleri de, günleri de bulabiliyor. Bunun bu üretim biçimine çok erken yaşlarda kavuşmamla ilgili olduğuna inanıyorum. Geleneksel zanaat biçimini öğrendim ve daha sonra bir biçimde, işin de, sizin de zamana ihtiyaç duyduğunu fark ettim. Bir biçimde şeyleri doğru yapmak için zamana ihtiyaç duyuyorsunuz. Kaldı ki bu sergi için ürettiğim kimi işler uğruna da, ailemle geçirdiğim zamandan çok daha fazlasını, değil saatleri, günleri, yılları kullandım.
Sergiyi gezerken (4) ilginç biçimde, bir baloncuk kadar hafiflediğimizi de hissediyoruz. Sergi alanında bir eserden diğerine salındık, uçuştuk durduk.
Bunu duymak beni çok mutlu etti!
Kaynaklar:
- 
- “Toprak, Ateş, Su ve Havayla Yazılmış Bir Dize” sergisi kataloğu, s.49-52, Küratör Elif Kamışlı, Sergi Kavramsal Metni
 - “Toprak, Ateş, Su ve Havayla Yazılmış Bir Dize” sergisi kataloğu, s.72, Küratör Elif Kamışlı, Sergi Kavramsal Metni
 - “Toprak, Ateş, Su ve Havayla Yazılmış Bir Dize” sergisi kataloğu, s.75, Küratör Elif Kamışlı, Sergi Kavramsal Metni
 - https://www.peramuzesi.org.tr/sergi/-asa-jungnelius/1316
 
 








