
Nilhan Sesalan’ın Akademi (MSGSÜ) kurucusu Osman Hamdi Bey’in imzasını taşıyan İstanbul Arkeoloji Müzeleri (İAM) bahçesine T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın “100+2 Süreli Müze Sergileri Projesi” kapsamında yerleştirdiği üç parçalık “İz Kalır, Ben Kaybolurum” adlı yerleştirmesi, 31 Ekim’e kadar izlenebilecek.
Uzmanlara göre “Sesalan’ın çalışmaları, ulusal hafızanın tekil bir okumasını önermez; onun yerine, kırılganlığını çeşitli olası yorumlarla sahneye koyar. Sanatçının katkısı açıkça, kendisine aittir.” Sanatçı ayrıca, *Türkiye’nin coğrafyası, hafızası ve kültürel melezliğinden beslenir. O, yalnızca uluslararası gelenekte bir heykeltıraş değil; İstanbul’un bir heykeltıraşı, Anadolu’nun bir heykeltıraşı, çoklu, katmanlı tarihlerin bir heykeltıraşıdır.” Heykeltıraş Sesalan, projesini Arkas News’la paylaştı.
T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Türkiye Cumhuriyeti’nin 102’nci yılına ithaf ettiği son hareketi “100+2 Süreli Müze Sergileri Projesi” kapsamında, heykeltıraş Nilhan Sesalan’ın “İz Kalır, Ben Kaybolurum” adlı yeni eserini sanatseverlerin ilgisine sundu. Sergi, Sesalan’ın daha 17 yaşında, bahçesinde yaptığı desen etütleriyle büyüdüğü, İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin (İAM) bahçesinde, 1 Eylül ve 31 Ekim arası görülebiliyor.
Baştan tabir etmek iyi olur: Sergi bir bakıma, Sesalan nezdinde Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademisi kurucusu (Bugünkü Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi – MSGSÜ) ve 1882’de kurulmuş, ülkemizin ilk sanat Akademisi’ne ( Sanâyi-i Nefîse-i Mekteb-i Şâhâne ) dönük sanat tarihsel bir ‘iade-i hafıza’ olarak, dün, bugün ve yarına dair, kadınca bir otoportre deneyimi vadediyor.
Yine, MSGSÜ kökenli Sanat Tarihçisi Hasan Karakaya’nın Sanat Danışmanı olduğu bu aynı anda hem kudretli ve hem mütevazı olmayı becerebilmiş sergi, müze eteğindeki, Gülhane Parkı’na da hakim, kolektif, dingin lahit ve ‘heykel bahçesi’inde, yüzyıllarca yaştaki ağaçlarla baş başa var olmasıyla da, bizi ‘naklen bir diyaloğa’ tanık bırakıyor.
Karakaya Hoca’nın Sesalan’la yaptığı ortak çalışmanın vurgusuyla sergi, “…disiplinler arası yöntemlerle sanat yapıtının saf haline ulaşmayı, yapıta özgü sınırları “kaybolan benlik ve kalan iz”leri konu ediniyor. “Kaybolan ben” şu an ve yakın bir geleceği simgelerken yapıtın fütürist yönü ile de hafıza, yönelim, hareket, müzik temalarında müzenin geçmişten geleceğe bağları aktarmaya devam edeceğini vurguluyor.
Sergide yer alan üç metre yüksekliğinde taş yontu, paslanmaz çelik, kaynak malzemeli üç yapıt; geçmiş / şimdi / gelecek ile iz / varoluş/anlam arasında bağlar kurarken, doğada var olan çamur, taş, bakırın maddeye öz – biçim vererek dönüşmesi gibi, heykeli de içinde barındırdığı düşüncesi ve sürecinden hareket ediyor.”
Bilindiği gibi Müze’yi Hûmayun bünyesinde kurulan İAM, Antik dönemlerden başlayarak Klasik, Roma ve Anadolu heykel okullarının nadide eserlerine, Osmanlı coğrafyasından farklı uygarlıklara ait çok sayıda eşsiz heykele ev sahipliği yapıyor.
Sesalan, geçmişi yine Sanâyi-i Nefîse-i Mektebi’ne uzanan MSGSÜ Heykel Bölümü mezunu ve hocası, çağdaş Türk heykeltıraşı Ali Teoman Germaner’in de (Aloş) öğrencisi. Sanatçı, yüksek lisansını aynı kurum ve aynı bölümde, insanlık tarihinin en eski kısmını oluşturan tarih öncesi dönem (prehistoya) heykelleri konu edindiği tezle tamamlamış. Heykeltıraş, 2025 tarihli bu üç yapıtını da, Müze’nin bu tarihi atmosferinde ilk kez ziyaretçisiyle buluşturuyor.
Nitekim, 3 Eylül Çarşamba tarihinde İstanbul Gülhane’deki Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müze Kütüphanesi’nde yapılan ilk uluslararası birleşim de, Sesalan’ın çalışmalarına yönelik küresel ilgiyi kayıt altına alıyor. ( Bu arada, Akademi demişken bir vurgu daha yaparsak, Kütüphanede MSGSÜ Rektörü Prof. Dr. Handan İnci’nin kurucu başkanlığında 12 Aralık 2017’de kurulan Tanpınar Edebiyat Araştırmaları ve Uygulama Merkezi de faaliyetini bu adreste sürdürmekte.)
Keza, Akademi hocalarından heykeltıraş Zühtü Müridoğlu’nun, ülkemizdeki ilk heykel sergisini de açtığı tarihsel mekânda yapılan toplantıda, sanat tarihçi ve küratörler Marek Dominik Wolynski, Yazid Anani ve Sesalan, çevirmen Gülay Göncü’nün desteği ile sanatseverlerle Gülhane’de buluştuyor.
İAM Müdürü Rahmi Asal ve Kütüphane Sorumlusu Tuncay Doğan’ın da hazır bulunduğu toplantıda söz alan Anani, Frantz K.Fanon, Homi K.Bhabha ve Slavoj Zizek gibi küresel referanslarla yaptığı sunumda, “İz Kalır, Ben Kaybolurum” projesini şöyle tarifliyor:
“Sesalan’ın bahçedeki heykelsi yerleştirmesi, malzemenin, hayal edilen forma göre malzemenin her daim ikincil planda olduğunu gösteriyor. Çalışması, müzenin Anadolu eserleri arşiviyle süreklilik sağlamakla ilgili değil, onu yeniden kayıt altına almakla, hafıza ve tarih parçalarını harekete geçirerek, modernitenin kendisini tanımlayan kopuklukları açığa çıkarmakla ilgili. Taş veya metalin sağlamlığı, yokluğu ve kayboluşu dile getirmek için yeniden biçimlendiriliyor ve geçici olana şekil vermek için malzemeyi boyunduruk altına alıyor.”
Anani, Sesalan ve Hocası Aloş arasındaki ilişkinin sanat tarihsel kodlarını ise, oturumda şu okumasıyla çözümlüyor:
“Bölgedeki diğer uluslara benzer halde, Modern Türkiye projesi, tam anlamıyla sömürgeci olmasa da, geleneği sıklıkla hareketsizleştirdi; halk kültürünü kodladı, Anadolu motiflerini ulusal miras olarak yeniden markalaştırdı ve bunları zamansız kimlik dayanakları olarak sundu.
Bu çerçevede, hem Aloş hem de Sesalan, bu tür hareketsizleştirmelere karşı çıktı. Aloş, miti alegoriye dönüştürdü, onu milliyetçi kapalılıktan çıkarıp, soyutlamaya yeniden işledi.
Sesalan ise hafızayı yeniden canlandırarak arşivde kalmasına izin vermedi, tarihin varsayılan sürekliliğine aykırılıklar getirdi ve onu lirik bir heykelsi forma çekti.”
Öte yandan konuşmasını tamamlarken Yazid Anani, sanatçı Sesalan’ın projesine şu tabirleri de kazandırarak, alkışları tüm hakkıyla kazanıyor:
“Sesalan’ın çalışmaları, ulusal hafızanın tekil bir okumasını önermez; onun yerine, kırılganlığını çeşitli olası yorumlarla sahneye koyar. Taş ve metalle kurduğu diyalog, kesintisiz bir sürekliliğin kanıtı değil, kaybolan şeyden bahseder. Kalıcılıktan ziyade, yokluğun bir izi, bir işareti olarak kalır. Uydurulmuş gelenekler kopuşu gizlemeye çalışırken, onun çalışmaları, kopuşun bir koşul olarak ısrarla üzerinde durur. Uygulamasında kalıcı olan, kesinlik değil, kayboluşun farkındalığıdır.
Sonuç olarak: Öyleyse, bu enstalasyonun burada, şu anda gerçekleşmesi ne anlama geliyor? Müzelerin rolünü nasıl anladığımız, gelecekte milliyetçilikte sürekliliği ve kopuşu nasıl hayal ettiğimiz hakkında ne öneriyor?
Sesalan’ın çalışmaları bize, geleneğin kırılgan, modernitenin ise istikrarsız olduğunu hatırlatıyorsa, buradaki varlığı da, müzenin kendisinin yeniden tasarlanıp tasarlanamayacağını düşünmemizi istiyor: Kimliği garanti altına alan bir yer, kökenlerin bir deposu olarak değil, jestlerin, ritimlerin ve hikâyelerin kargaşa ve siyasi çalkantıların ortasında yeniden canlandırıldığı bir yenilenme alanı olarak.
Önemli olan, Sesalan’ın sergisi ile Müze arasındaki bu dinamiktir; burada kurum, yalnızca eserlerin veya ritüellerinin orijinal halleriyle korunduğu bir alan değil, aynı zamanda sanatla yan yana getirildiğinde ve bugünün aciliyetine çekildiğinde yeniden anlamlandırıldığı bir yerdir.”
Ermaş, Teknik Alet ve Ekip adlı bir çok kurumun da desteğiyle hayata geçirilen “İz Kalır, Ben Kaybolurum” sergisinin diğer konuğu, Marek Wolinsky ise, toplantıda kendisine ayrılan zamanı “İstanbul, zaten yaşayan bir heykel,” sözleriyle başlatıyor.
Taşın, hafıza ve zamanın ürettiği bir nevi tablet, parşömen / palimpsest olarak saydığı bu ‘zamansız’ kentte açılan sergiden söz ettiği sırada, Wolinsky de farklı başlıklarla bütünleştirdiği Sesalan’ın sanatı ile ilgili şu ifadeleriyle bilhassa dikkat çekiyor:
“Heykelleri, taşa oyulmuş ayrıntılı anlatılar değil; biçime damıtılmış şiirlerdir. İçlerinde koca dünyalar barındıran ‘Haiku’ benzeri jestlerdir. Bu anlamda, şeylerin özünü arayan (Constantin) Brâncuși, heykelin kültürel bir köprü olmasına izin veren (Isamu) Noguchi ve maddeyi maddesel olmayana bir eşik haline getiren (Anish) Kapoor ile diyalog halindedir.
Aynı zamanda, Nilhan’ın katkısı açıkça, kendisine aittir. Türkiye’nin coğrafyası, hafızası ve kültürel melezliğinden beslenir. O, yalnızca uluslararası gelenekte bir heykeltıraş değil; İstanbul’un bir heykeltıraşı, Anadolu’nun bir heykeltıraşı, çoklu, katmanlı tarihlerin bir heykeltıraşıdır.
Taş, pratiğinin merkezindedir. Taş ocaklarında onu arar, dokunur, hisseder, dinler; sanki her mermer veya granit parçası bir kaynaktan ziyade bir işbirlikçiymiş gibi. Taş aynı zamanda zamanın kendisidir. Jeolojik çağlara, medeniyetlere, değişimlere tanıklık eden bir yer.”
Sanatçı Sesalan ile 2019’da Riyad’da yapılan bir uluslararası atölye ve sergi vesilesiyle de çalışmış olan Wolinsky, İAM’daki sergisini ise katılımcılara ‘şöyle okuyor’:
“Peki, Nilhan’ın sergisini İAM bağlamında nasıl okuyabiliriz? Sergiyi üç perde halinde okumayı öneriyorum:
Birinci Perde: Formun ortaya çıkışı. Yumuşak, beyaz, rüzgârda savrulan bir varlık; ağırlıksız hissettiren bir taş gövde. Eğrileri, incelmiş geçitleri, ışığın neredeyse içinden geçme vaadini kaydediyoruz. Taşın ışığı ve gölgeyi nasıl müzik gibi ilettiğini hissetmek için etrafında dolaşmaya davet ediliyoruz.
İkinci Perde: Boşluğun haritalanması. Siyah mürekkeple kenarları çizilmiş, kardeş bir form. Buradaki çizgi, bir hafızanın enstrümanı gibi işliyor. Haritaları, sınırları, süsleri ve gölgeleri hatırlatıyor, ancak bunlardan hiçbiri haline gelmeden. Çizgi, heykelin ışığa verdiği sözü tutma biçimidir.
Üçüncü Perde: İz. Beyaz iç mekan geri çekiliyor. Geriye kalan tek şey çizgi. Varlık, konuşan yokluğa dönüşüyor. İz bir eksiklik değil; kendi başına bir figür; solan şeyin yok olmadığını söylemenin bir yolu; hafızanın aracı haline geliyor.
Bu üç perde birlikte, Nilhan’ın tüm yapıtının provasını yapıyor: yapraktan ağaca, tohumdan yumurtaya, taştan ışığa, sınırdan solan çizgiye.
Her birimizin kendi anılarımızı getirebileceğimiz bir alan oluşturuyorlar: geldiğimiz coğrafyalar ve geçmişler, taşıdığımız diller, özlemini çektiğimiz evler, haritalamaya cesaret ettiğimiz gelecekler.
Peki bu sergideki çalışmalarına nasıl yaklaşmalıyız?
Açıklama arayan seyircilerden kaçınmanızı öneririm. Sınıflandırma arayan eleştirmenlerden de uzak durun.
Nilhan’la birlikte yarattığı hafıza ve malzeme manzaralarında yürümeye istekli yol arkadaşları olmanızı öneririm.
Çünkü Nilhan’ın ellerinde taş nefes alır. Negatif alan konuşur. Soyutlama hatırlar.
Ve sıklıkla bağırmak, tanımlamak, anlamı sabitlemek için acele eden günümüz dünyasında, eserleri bize başka bir olasılığı hatırlatıyor: Sanatın bir dinleme alanı, bir düşünme alanı, bir şiirsel karşılaşma alanı olabileceği.
Bugün, bu taş ve ışık şehrinde dururken, heykellerinin bize rehberlik etmesine izin verelim. Ve bizi illa ki cevaplara değil, belki de daha fazla soruya yönlendirsin. Sonuçlara değil, yankılara. Tek bir haritaya değil, gelgitler gibi, mevsimler gibi ve nefes almaya ve ilham vermeye devam eden şehrin kendisi gibi solan ve geri dönen haritalara.”
Hal böyle iken, Arkas News adına bizim de Nilhan Sesalan’la yaptığımız özel röportaj da, bu iki uzmanın görüşlerine kişisel bir kıymet katıyor. Sesalan, proje için Bakanlık ve Müze ile dört yıldır yazışma halinde olduğunu vurgularken, bu projenin kabul edilmiş olduğundan ötürü duyduğu sevinci gizlemiyor.
Müzenin kendisi adına bir terapi alanı olduğunu söyleyen sanatçı, genellikle yurt dışında sergi açan bir yaratıcı olarak, Türkiye’de de bir sergi yapma isteği doğrultusunda bu çalışmalarının İAM ile ilişki kurduğunu düşünüyor. “Çok yüksek bir hisle, müze ve geçmişine lâyık olmaya çaba gösterdim,” diyen Sesalan, sorularımızı içtenlikle yanıtlıyor:
Kendi kariyerinizde, önceki işleriniz ile bu yeni yerleştirmeniz arasındaki bağlantıları siz nasıl açıklarsınız ?
Bütün yapıtlarım, birbiri içinden bir ‘Matruşka’ gibi çıkıyor. Diyelim, Anadolu Prehistoryası ile ilgili Master projemi verirken, figürlerin üzerinde incir yaprakları vardı. O yapraklar sonra, ağaçlara, ‘yaprak-ağaçlara’ dönüştü, hepsi, bir şekilde birbirleri içinden farklı şekilde, benzeseler de, bu benzer hissedişin zaman içindeki evrilmesi halindeler diyebiliriz.
Üç işten oluşan bu tekil yerleştirme, elbette aklımıza hemen Sanat Tarihsel ‘triptik’ meselesini getiriyor. Bununla nasıl ilişki kurdunuz ? Üç boyutun üst üste geldiği bir tür otoportre gibi de anlaşılıp deneyimlenecek işinizi bu yönüyle yorumlar mısınız ?
Bir süredir, mürekkep ile, yaptığım heykeller üzerine çizgilerle ‘boşluğun haritası’nı çiziyorum. Sonra, o boşluğun haritasındaki mürekkep uçarak sınırsızlık oluşturuyor. Bu heykeller ile, zihindeki kalıcılık ile ilgilendim. Çünkü heykelde en temel hissedişim, madde olmayanın, maddeye dönüşmesi denebilir. Burada da, sınırsızlığın içindeki, ‘zihinlerde kalan sınır’a gönderme yaptım ve taş malzeme kullandım.
Bu sefer, mürekkeple değil, paslanmaz çelik ile yapıtın haritasını çizdim. En üstteki, yüzeydeki tanımı ile, heykeller oldukça varoluşsal. Hepimizi ilgilendiren bir varoluşsallıkla ilgili. Doğmak, yaşamak ve göçmekle ilgililer. Bir tarafıyla umut da taşıyorlar. Yok olmanın, zihinde gerçekleşmeyeceği ve zihinde bir izin kalacağıyla ilgililer.
Tam bir taşla bir figür yaptım. Sonra, onun bir ‘ikiz’ini, onun izleriyle yaptım. Sonra ise, bu taş ve ikiz de gittiler, sadece izler ve konturlar kaldılar.
İnsanın günümüzdeki kökü burada, bir Arkeoloji Müzesi bahçesinde nasıl temsil ediliyor olabilir gibi bir meseleyi de ele aldığınız çok açık. Buna yoğunlaştınız mı?
Elbette, öncelikle çok sadeleştiğim bir heykelde müze ile buluşma isteği doğdu. Önce ben bir müzede sergi açmak istiyorum değil, müze ile ilişkiyi, heykelde aynı anda ‘tohum’ olarak gönlüme düşürdüm. O sebeple de, birbirlerinden ayrı değiller, aynı dokumanın parçası bunlar.
Yani aynı anda hem kaide, hem de bahçedeki ağaç ve nice sütun, lahit ve buluntu ile iletişim gibi bir sorunla baş başa oldukları söylenebilir, öyle mi ? Bu anlamda üçleme konusuna yoğunlaşırsak, bu çalışmanın bir acelesi var mı? Niçin bir üçleme seçtiniz ?
Doğru. Her zaman doğru. Benim meselem, anlamla ilgili, bu sadece bugün değil, buraya 17 yaşımda geldiğimden beri, benim ‘terapi mekânım’ dediğim, bir çok problemle başa çıkabildiğim bir yer. Bu sorunun cevabı o yaşımdan bu yana buraya niye geldiğime kadar varıyor diye düşünüyorum. Çünkü, kendiliğinden olan bir şey. Buraya gelirdim ve tüm dertlerimle, sağlamasını yapıp buradan iyi çıkardım. Daha sonra, bu belki de çok daha iyi tarif edemeyeceğim bir yer galiba…
Burada, bahçedeki kalıntılar ve müzenin içindeki hafızanın eşiğinde kalan bir çalışma bu. Arafta kalmışlıkları bilhassa çekici. Yanından geçenler, dokunup geçenler var. Kızlar, erkekler, bebekler ve dedeler… Tabii bu heykelde temsil kavgasında, cinsiyet meselesini de beraberinde getiriyor. Kişinin varoluş mücadelesi ve heykel sanatını yan yana siz nasıl getiriyorsunuz ? Keza varoluşçulardan bahsediyorsunuz ama, bu işe baktığımda aklıma Camus veya Sartre değil, Beauvoir geliyor… Fikriniz ?
Ben, galiba biraz da şundan bahsetmek istiyorum: Belki de, yine Hermafrodit. Çünkü kendimi bildim bileli, doğduğumdan beri insan olarak tarif ettim. Kadın – erkek ayrımı bana çocukluğumda da tuhafıma giderdi. İnsan olma özelliğimi seviyordum. Ve, kendimi hiç de, hâlâ da kadınım, erkeğim diye ayırmadım. Bu, yapıtlarıma da yansır.
‘Birey’ olmanın içi, dışı, nüfuzu nasıl tabir ve tahlil edilir? Gerçekten bunu dert edindiğiniz görülüyor. Bu anlamda insanların işlerinizle ilişkisini nasıl gözlemliyorsunuz ?
Bir kere burada, herkese bir sürpriz olduğunu düşünüyorum. Soyut heykeller ile karşılaşınca en çok nasıl izin alabildiğim merak edildi! Heykellerin üretiminden, ekonomisinden daha çok, tüm bu süreçte ciddi anlamda beni ‘çitiledi’. Ama bir taraftan da bu, dostlar imecesiydi. Hasan Karakaya Sanat Danışmanı, Ahmet Başar Grafiker oldu, Cengiz Yüzsever birebir benimle beraber çalıştı ki, zaten sanatçı bir aileyiz, eşimdir. Kız kardeşim de heykeltıraştır. Ensar Tuğ proje videolarını hazırladı, Çetin Korkmaz fotoğrafları çekti. Tamamen bir dostlar imecesi, şu an en çok hissettiğim şey oldu. Beni şu an şefkatleri ile sardılar. Buna gerçekten çok ihtiyacım olduğu bir anda, kendimi çok iyi hissettirdiler. Marek ve Yazid de öyle, tamamen imece usulü!
Bu yapıtları hani, ‘ben hayata koydum’ diyelim, eğer hayat da bu yapıtları kabul ederse, çok mutlu olurum. Beni en sıcak hissettiren ise, şu anda dostlarımla çevrili olmak!
Heykel sanatında eserlerin temel problemidir, çok sayıda nedenle ilk yıkılan, düşman bilinen cisimler olurlar. Öfkenin biçimleştiği kaynaklar haline gelirler. Tüm özneler dertlerini burada biçimleştirir. Müzeler, koleksiyonlar yağmalanır, yıkılır. Çalınır. Arkeoloji ve çağdaş sanat burada çalışırken sizi bu gerilimde nereye yerleştirdi, itildiniz mi, çekildiniz mi?
Buradaki İAM çalışanları ile birlikte, sohbetlerimiz sırasında, çalışmanın kurulum sürecinde TIR geldiğinde vb., bu gürültü ve toz duman arasında konuşurken bize de soruları oldu. Ne yaptığmızı sordular. Onlara, ‘belki de arkeologların bulup buraya koyduğu heykellerden birini yapıyorum,’ dedim. Çünkü bazen kendimi zamanın noktasallığında kendimi hep heykelle sohbet ediyor gibi hissediyorum.
Zaten heykel dediğimiz, zaman makinesinin en temel hali değil mi, bir başkasının kimbilir ne zaman bıraktığı ize şahit olup, dokunabiliyorsanız dokunuyorsunuz. Onunla aynı mesajı yorumlamaya başlıyorsunuz. Bu çok olağandışı.
Evet, Anadolu Prehistoryası üzerine hazırladığım Master tezimde de, Prehistorikler ile empati kurmuştum. Çünkü yazı yoktu, iletişim dilimiz sadece maddeydi. Maddeyi nasıl ve ne hisle tecrübe ediyorduk? Çünkü gezegendeki aynı kili, aynı çamuru kullanıyorduk. Aynı empatiyi burada da kuruyorum. Zaten bu heykelleri yaparken de aklımdan en çok şu geçti: Meselâ Muğla’daki Mauseloum. Dünyadaki yedi harikadan biri sayılıyor. Ben şimdi büyük ihtimalle, o büyük ocaklardan çıkan en büyük taşı yine kullandım. Burada aramızda tek fark şu oldu: Ben, ocakta onlardan daha yaşlı bir taş kullandım. Onlar ise benden daha yaşlı olandı. Tabii eğer, doğrusal bir zaman çizgisinde isek. Ama, noktasal bir zaman çizgisinde isek biz, zaten beraber sohbet etmiş bulunduk.
Peki çalışmalarınızın özelinde konuşursak, heykelin ‘dokunulmazlığı’ konusu ile bu proje nerede kesişiyor? Zira bu üçleme – düzenlemede de, işlere birbirinden farklı açılar ve konumlarda bakmakla, işler kendilerinden türettikleri yeni görsel ve metafizik mesajları da aktarabiliyorlar. Kendilerini her izleyici nezdinde yeniden tabir ediyorlar. Bu üçlemede, üst üste pozlama durumunun müsebbibi olarak sizin bununla birlikte bu çalışmanızda Britanyalı çağdaş ressam Francis Bacon’ın psikiyatrik kudretteki triptiklerinin lezzetini de yakaladığınıza inandım. Süreçler ve kesitlere yoğunlaşmış bir çalışma denebilir mi bu işinize ?
Sessiz bir diyalog gibi, haklısınız. Bu heykellerden, gerideki 35 yıla baktığımda, örneğin, bazen espası içine alan, bazen de bir heykel gibi yalın ama bazen üst üste de gelen bir durum yaşadığımdan ötürü mutluyum. Bu, hepsini toparlıyor gibi geliyor bana. Bu benim hayatı süreç içindeki üç ayrı hissedişimin, nefes alır gibi bir hali. Bazen dinamik-statik, bazen tamamen yalın…Tüm yaşamda hissettiğim şey, bu üçünde de buluşmuş oldu.
İşin doğayla, gece, gündüz veya İAM’nin hazır koşulları ile irtibatını ne açıdan gözettiniz ?
Doğrusu bunları çok hesaplamadım. Ancak sizin Bacon’a gönderme yaptığınız gibi, ben de, heykelin Alberto Giacometti ile Constantin Brancusi’nin mekânda erime ve varlık ve yokluk arası gezinti gibi dertleri ile de, ilişkili olduğuna inanıyorum.
Tabii arkeoloji de doğası gereği, çoğunlukla bütünü değil, parçayı keşfedip, bütüne vakfettiği kıymet ve anlamla ilerler, sizin de burada andığınız gibi, üç parça ile yola çıkmanız, arkeoloji kurumunun kendisini de iltifata boğuyor diyebilir miyiz ?
Evet, bu müze benim için çok anlamlı. Hakikaten İAM Müdürü ve ekibiyle, dostlar içinde ‘kafa dengi’ bir ekiple birlikte olmak da bunda çok etkiliydi. Hem 17 yaşıma bir hediye verdim, hem de iyi bir döngü tamamlandı gibi hissediyorum.
Bilgi: https://muze.gov.tr/muze-detay?SectionId=IAR01&DistId=IAR





