İklim değişikliği ve siyasal krizler, günümüz sanatı için önemli bir anlatım ve protesto aracı haline geldi. Sanat tarihiyle kucaklaşan uluslararası projeler ve sivil aktivist eylemleri Dünyaca tanınmış başyapıtlar ve güncel sanat örnekleri üzerinden ortaya çıkıyor. Bu ‘trend’ pusuya yatmış sanat piyasasında da derhal sembolik ‘değer’e bindirilerek, kültür ekonomisinin eksi ve artı hanesine yazılıyor.
Görsel sanatların üretim ve sergileme âdetleri, maddi – manevî takvimi ve ‘sınıfsallığına’ göre işlemeye de, isteyeni istediği seviyede ‘işletmeye’ de devam ediyor.
Bir cehennem halayı çeker gibi.
Kolonyalizm, emperyalizm ve neoliberalizm ile küreselleşme hengâmesi üzerine, bir de totalitarizm mağdurlarının eşitsizlik ve yaşam çığlıkları, haberlerin ilk üç sırasını hemen her saat başı zorluyor.
Bu çarpık koşullarda, iklim değişikliği adına yapısal, zihinsel dönüşüm ve protesto türleri de, sanatta üretimi daha bir eylemsel, acil, sahici ve zorunlu kılıyor.
Örnek verelim: Yapıtları şu an İstanbul Modern’de (kalıcı ve geçici yönden) izlenen Olafur Eliasson’un (https://www.istanbulmodern.org/sergi/guncel/olafur-eliasson-senin-beklenmedik-karsilasman ) bundan 10 yıl önce (!) Danimarka’nın başkenti Kopenhag’daki Belediye Binası’na hâkim meydanda ortaya koyduğu ‘eylem-yapıt’ı,’Buz Saati’. (https://olafureliasson.net/icewatchcopenhagen/ )
Bu ‘transfer’ / tercüme biçimi, sanat ile hayat arasındaki irtibatın kılcal ve bir o kadar devasa etkisini defaten ispatlıyor.
Eliasson, jeolog Minik Rosing ile 26 ve 29 Ekim’de ortaya koyduğu, bir performans biçimi olan bu sivil toplumcu ‘Happening’ (https://www.tate.org.uk/art/art-terms/h/happening ) örneği ile, BM Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin ‘küresel ısınma’ üzerine bir alarm niteliğindeki Beşinci Değerlendirme Raporu’na iltifat ediyor.
Proje uyarınca Grönland buz tabakasından dökülen 12 büyük buz bloğu, Nuuk dışındaki bir fiyorttan toplanarak, Kopenhag’a gönderiliyor ve burada BM raporunun çaldığı küresel çana nazire ile, ‘saat şeklinde’ sergileniyor.
Üç gün sonunda tamamen erimemiş buz parçaları ise, Kopenhag çevresindeki okullara bağışlanıyor. Eliasson ve Rosing, çalışma – eylemlerini bir “Wake Up Call” / uyandırma çağrısı olarak tabir ediyor: “Deniz seviyeleri yükseliyor. Sıcaklıklar artıyor. İklim değişikliği bir gerçek.”
Konuya o günlerde yorum getiren bir Çevre Mühendisi, Dekila Chungyalpa bu gelişmeye dair okumasını şöyle yapıyor:
“Şu anda politikacılar ve medya tarafından yönlendirilen iklim değişikliği diyaloğunu yeniden başlatmak için, acilen halkın katılımına ihtiyacımız var. Hükümetlerin iklim değişikliğini nasıl ve ne zaman ele alacaklarını dikte ettikleri çıkmazı aşmalıyız; çünkü bunun çok az ve çok geç olduğu açıktır.
Halkın sıradan bir insan kitlesi değil, bireylerden oluşan bir grup olduğunu kabul etmeliyiz. Bireyleri karar almaya iten pek çok şey vardır: İnanç, sevgi, daha iyi bir gelecek umudu, riskin azaltılması, ilham, aidiyet duygusu.
Bu, hükümetlerin, politikacıların, bilim insanlarının, STK’lar ve medyanın sahiplenmediği bir konudur. Bu hepimize ait ve bu dili rahatlıkla konuşabilir hale gelmeliyiz.
Bana göre sanat, dünyamıza âşık olmanın (ve ondan korkmanın) ifadesidir – etrafımızda gördüğümüz desenleri, renkleri, hareketleri yakalama ve tahmin etme çabalarımızdır.
Çoğumuz iklim değişikliği karşısında dehşete düşmüş durumdayız ve bu sorunu ele almak için ne yapmamız gerektiğine dair kafa karışıklığıyla donup kalmış durumdayız.
Sanatçılar bu enerjiyi kararlı bir kükremeye dönüştürerek hepimizi, nerede olursak olalım, sahip olduklarımızla iklim değişikliğini durdurmak için üzerimize düşeni yapmaya çağırıyor.
Nihayetinde, değişimi gerçekleştirmek için umuda ve cesarete ihtiyacımız var ve sanat, bir ışık feneri.”
Kısacası tarihin kırılgan ifade yapraklarını yaratan da, yok eden de bizzat o vakaların mesulü ve mağduru, insanlığın doğadaki varoluş ve iktidar mücadelesi oluyor.
Surat asmayıp, ‘geri dönüşümcü’ bir okumayla sanat tarihine baktığımızda, önümüzde duran İzlenimcilik akımı da ( https://artsandculture.google.com/entity/%C4%B0zlenimcilik/m03xj1?categoryId=art-movement ) sanki aynı dertten mustarip gibi durmuyor mu?
‘Akademi’yi arkasında bırakıp,‘Hocası’ saydığı doğa ve tabii ki insan doğası ile, sokakta, çayırda, dağda olup biten ne varsa onunla, en sivil / çıplak gözle hemzemin olmayı seçen bir akım.
İmgeyi doğduğu (ve öldüğü) yerle barıştırıp, hem sınıfsal, hem yorumsal paylaşımcılığı tercih eden, sosyal ve devrimci bir akım. Ölümsüzlüğünü faniliğinden alan bir bilinç akımı.
Keza, ardından gelen ‘uslu durmaz’ ama vazgeçilmez “Post-Empresyonizm” ( https://artsandculture.google.com/entity/ard-%C4%B0zlenimcilik/m015xrq ) akımı da benzer karın ağrılarıyla tarih yazmıyor mu?
Onlar da, İzlenimciliğin üzerine aldığı tüm algı, yorum ve üretim hakkını, şeylerdeki ‘öz’ doğadan yana kullanarak, daha da öteyi görmeyi seçerek, hayata, insana, dünyaya bambaşka yorumlar katabilmenin özgürlüğünü, ‘öteki’ne dair empatik farkındalığın, kişi veya şeylerdeki özdeğer hakkının zaferini tadıyor.
Bir üst okuma yapacak olursak, Olafur Eliasson’un 2003’teki “The Weather Project” (https://olafureliasson.net/artwork/the-weather-project-2003/ ) yerleştirmesi de, eskiden bir enerji üretim kaynağı olarak kullanılan, daha sonra da müzeye dönüştürülen Tate Modern’e bıraktığı görsel, sivil ve çevreci izle unutulmuyor.
Eliasson bu çalışmasıyla yine bir “İzlenimci Sonrası” radikal duruşla, duyuyu, duyarlığı, algıyı ve edilgenliği üst üste pozluyordu.Zaten Eliasson’un sanat anlayışı, bireyin pasifliğine bir isyan olarak bilim, sanat ve aktüaliteyi şimdide kesiştiriyor. Bu, İstanbul Modern’deki pek çok yapıtından da sızıyor ve izleyici ne kadar meraklı, etkin ve hatta kültürlü, sabırlıysa sanatçının yapıtları onu o kadar özümsüyor, dönüştürüyor.
Buna mukabil, asıl küratörün dünyanın ta kendisi olduğunu felsefî, coğrafî ve siyasal olarak öneren fanî ve alçakgönüllü “Arazi Sanatı / Land Art” (https://artsandculture.google.com/entity/arazi-sanat%C4%B1/m018q2s?categoryId=art-movement ) ve 2000’lerin başında doğduğu öne sürülen “Ecovention” gibi sanat akımları da, sürgit gündem üretiyor.
Kimi diplomalı, kimi diplomasız bu üretim – eylemlerdeki ‘zekâ pırıltıları’, onları vahim ve yok edici birer şiddet vakası olmaktan ‘kıl payı uzaklaştırıyor’ ki, eylemlerin ürettiği farkındalık ve kolektif bilinç, bu ‘kıl payı’lığın tam da içindeki kudret, o ‘şiddeti’ üstlenen eseri de sanat tarihi nezdinde tıpkı bir Tanrı parçacığı ( https://www.bbc.com/turkce/haberler/2013/03/130314_higgs_parcacigi ) etkisi ile sınırsızlaştırıyor. Mükemmelleştiriyor.
Kültür, insanlığın sözümona medenî atıklarıyla yine onun yüzüne, en şefkatli haliyle bas bas bağırıyor, şifalı tükürükler saçıyor. Tıpkı Piero Manzoni’nin ( https://www.tate.org.uk/art/artworks/manzoni-artists-shit-t07667 ) sanat, değer, kalıcılık ve hafızayı en eleştirel haliyle konserve ederek, kendi dışkısında ‘yapıt’laştırdığı gibi.
Sanatın ‘İsevî bir duruşla’ temsil ettiği hemen tüm görüş, eğitim ve üretim klişeleri, yine söylemi aciliyet mazeretiyle ele geçiren aktivist – siviller (https://ripostealimentaire.fr/ ) veya bizatihi ‘profesyonel sanatçılar’ tarafından, ya rehin alınıyor veya sorgulanan başyapıtlar yaratıcı bir şiddete maruz bırakılıyor.
Sanat tarihine baktığımızda, (arkeolojinin de hakkını vermek kaydıyla) her yanımızın bunca dertli, ‘manâlı’ kir, atık veya kalıntılarla dolu olduğu zaten hayranlık ve tutkuyla biliniyor.
Çünkü hâlâ ve iyi ki hepsi de bir şeyler imâ ediyor:
Son dönemde ABD ve Avrupa’daki bellibaşlı müzelerde asılı başyapıtları hedef alan iklim aktivistleri, yine çevre karşıtı sponsorluklar bâbında, madden, alenen ‘sabıkalı’ müze, marka, imza ve kültür yapılarını kamuoyu nezdinde harekete geçirerek küçük düşürecek sosyal medya ve kamusal alan eylemleri düzenliyor, örgütleniyor.
Bir yakın örnek vermek gerekirse, 28 Ocak 2024’te Paris Louvre Müzesi’ne giriş yapan iki çevreci aktivist, Leonardo da Vinci’nin küresel ikonası “Mona Lisa”ya çorba fırlatmış olmalarıyla ((https://www.youtube.com/watch?v=UnB8WRDq48g ) iyi ki ve halen anımsanıyor.
Aktivistler, eylemleri sırasında hayatî bir soruyu çığlık çığlığa gündeme taşıyor:
“Hangisi daha önemli? Sanat ya da sağlıklı ve sürdürülebilir beslenme hakkı? Tarım sistemimiz hasta.”
Aktivistlerin bu sözlerle eleştirdiği ‘tarım sistemi’ aslında, adını tarımdan, Latince ‘Cultura’dan, ‘kültürleme’den almış Dünya ‘kültür sistemi’nin de bulantısını, bir sembolik kusmuğa dönüştürüyor.
Sistemi de kendiyle yüzleştiriyor. Yüzünü gözüne, gözünü yüzüne bulaştırıyor. Mona Lisa, kirlendiği halde temiz kalıyor; zira yapıt, hali hazırda pek çok emsali gibi, yüksek güvenlik önlemi olarak sağlam bir cam ardından izleniyor ve neredeyse hiç kimse bu ‘iradi arıza’ haricinde durumun farkında bile olamıyor.
Hakikat, en hakiki anında bile bir ekran olarak bize bu tür kesintilerle, esas paraziti tüm çarpıklığıyla bulaştırıyor.
Hem, “Petrolü durdurun,” diyen aktivistler, daha önce de İngiltere’nin başkenti Londra’daki National Gallery’de sergilenen Vincent Van Gogh’un “Ayçiçekleri” tablosuna domates çorbası atmış olmaları ile de ( https://www.youtube.com/watch?v=BN-C5N60u_M ) anımsanıyor.
Ama aynı Van Gogh, kendi sosyal farkındalığı ile, zaten yoksulluğun en çıplak, en dobra, hırçın tanığı olarak sanat tarihindeki yerini yüzyılı aşkın süredir alıyor.
Keza, aynı aktivistler, Almanya’nın Potsdam kentindeki Barberini Müzesi’nde sergilenen Fransız ressam Claude Monet’nin “Les Mueles” (Saman Yığınları) serisinde yer alan bir eserine ise patates püresi fırlatıyor.
Aktivistlerin bu eylem dizgesinde tüketim toplumunu eleştiri konusu edinmiş Polonya asıllı ABD sanat ikonu Andy Warhol’un ‘özgünbaskı’larıyla ‘şöhret ettiği’ konserveleri kullanması da, yine başka türlü bir anlam pozlaması olarak, kayda değer görünüyor.
Benzer başka bir eylem ise 5000 yıllık Stonhenge anıtında yapıldı. İki protestocu, Birleşik Kırallık’taki seçim öncesi anıt kayaları turuncuya boyadı (UK Climate Protesters Cover Stonehenge In Orange Paint Ahead Of Election | HuffPost Latest News). 21 yaşındaki Niamh Lynch ve 73 yaşındaki Rajan Naidu’dan oluşan protestocular, İngiliz hükümetinin diğer ülkelerle birlikte petrol, gaz ve kömürün çıkarılmasını ve yakılmasını durdurmak için yasal olarak bağlayıcı bir anlaşma yapmasını isteyen Just Stop Oil adlı grubun üyesi. Just Stop Oil, önümüzdeki altı yıllık sürede fosil yakıtların “aşamalı olarak sonlandırılması için somut adım atılmasını talep ediyor…
ÜT’leri (Üretim tarihi) belli başyapıtlar, bir bakıma, adına müze denilen süpermarketlerde, her an tüketilmeye hazır birer konserve gibi kendi ölüm tarihlerini (TETT- Tavsiye edilen tüketim tarihi) bekleşip, duruyor.
Yine hatırlanacağı gibi, Haziran ayı başında yukarıda andığım Riposte Alimentaire inisiyatifine üye Fransa’da bir iklim eylemcisi, küresel ısınmaya dikkat çekmek amacıyla dünyaca ünlü Fransız ressam Claude Monet’nin tablosunun üzerine resim yapıştırmıştı.
İnisiyatifin sosyal medya hesabından paylaşılan görüntülere göre iklim eylemcisi, küresel ısınmanın doğuracağı zararlara işaret etmek üzere başkent Paris’teki Orsay Müzesi’nde bireysel eylem gerçekleştirdi.
Aktivist, Monet’nin ‘Gelincikler Tarlası’ isimli tablosunun üzerine dünyanın 4 derece ısınması halinde ortaya çıkması muhtemel manzaranın tasvir edildiği resmi yapıştırdı. Eylemci, daha sonra ceketini çıkartarak elini tablonun bulunduğu duvara yapıştırdı.
O günlerde Anadolu Ajansı’nın da geçtiği habere göre, üzerinde ‘+4 derece Cehennem’ yazılı beyaz bir tişört olan iklim eylemcisi, müzede yaptığı konuşmada, “Önümüzdeki bu kâbusa benzeyen tablo, hiçbir alternatif ortaya konulmadığı takdirde bizi bekleyen şeydir. Artı 4 derecede cehennem bizi bekliyor” dedi.
Eylemci, dünyanın içinde bulunduğu ‘acil iklim durumu’ karşısında alternatif oluşturulması ve herkes için gıda güvenliğinin sağlanması amacıyla çağrı yaptı.
Riposte Alimentaire’in sosyal medya hesabından yapılan açıklamada, Monet’nin tablosu üzerine yapıştırılan resimde 2100 yılında gelincik tarlasının neye benzeyeceğinin tasvir edildiği bildirildi. Açıklamada, 2100 yılında dünyanın artı 4 derece ısındığı senaryoda Avrupa’nın Sahra’ya benzeyeceği ve Himalaya Dağları’nda kar olmayacağı kaydedildi.
“Kimse böyle bir dünyada yaşamak istemiyor” ifadesine yer verilen açıklamada, tarımın dünya genelindeki sera gazı salımının yüzde 21’inden sorumlu olduğu belirtildi. Ouest-France gazetesi, Orsay Müzesi’nde eylem yapan çevrecinin gözaltına alındığını bildirdi.
Sanat tarihini rehin alarak yapılan bu eylemler, salt iklim veya enerji temalı direniş projeleri olarak da baş göstermiyor. Sözgelimi, 11 Haziran Salı günü yapılan bir diğer eylemde, hayvan haklarını savunan bir hareket olan ‘Animal Rising’ inisiyatifi üyesi aktivistler ( https://tr.euronews.com/kultur/2024/06/12/hayvan-haklari-aktivistleri-kral-3-charlesin-portresini-hedef-aldi ) , İngiltere’nin başkenti Londra’da, Wallace ve Gromit animasyon film serisinin posterlerini İngiltere Kralı 3. Charles’ın çizilmiş ilk resmi portresinin üzerine yapıştırıyor.
Aktivistler, Londra’daki Philip Mould Galerisi’nde Jonathan Yeo tarafından yapılan ve geçen ay açılışı yapılan portreyi ‘tekrar dekore ettikleri’ iddiasında bulunuyor.
İngiliz hükümdarın yüzüne, Wallace’ın karakterinin yüzünün yer aldığı bir afiş yerleştiren aktivistler, portreye bir de konuşma balonu ekliyor.
Konuşma balonunda “Peynir yok, Gromit. Kraliyet Hayvanlara Karşı Zulmü Önleme Derneği (Royal Society for the Prevention of Cruelty to Animals – “RSPCA”) çiftliklerindeki şu zulme bak!” ifadeleri dikkat çekiyor.
Aktivistler, yaptıkları açıklamada, “Kral Charles ‘Wallace ve Gromit’ in büyük bir hayranı olduğundan, RSPCA çiftliklerdeki korkunç sahnelere dikkatini çekmek için daha iyi bir yol düşünemezdik” diye konuşuyor.
Kullanılan bu maddi manevi malzemelerin hafıza ve muhtevası, dikkat edilirse, seçilen yapıtların anlatı ve başkaldırılarıyla da, ilginç biçimde ‘barışık, uzlaşı halinde’ duruyor.
Sanki, müzelerde anlatılarının içi geçerek uyuyakalmış başyapıtlara, ‘hadi kalk, gitme vakti,’ dercesine, XYZ kuşağının bu cevval bireylerince onlara birer birer dirsek atılıyor.
Mevzuyu tersyüz edince, tüm bu ‘değerler’e sinsice gözlemleriyle oynayan sanat piyasası ve küresel müze haritası da, kim, ne kadar sahici bir hikâyenin anlatıcısı veya toplayıcısı ise onu – elbette kendi kültür politikasının anayasası doğrultusunda – alkışlıyor. Alkışlatıyor.
Sözde bir inandırıcılıkla kendi tarihlerinin ‘deep freeze’larına kaldırıyor.
Bu kutlama gürültüsünü duyan mezat ve koleksiyoner güruhu da, bu çabalara sessiz kalmayarak, ölü veya diri ne kadar samimi kıymet varsa, onu sahiplenmek adına, birbirinin üstünden, hiç bir günah işlememiş gibi geçiyor.
Vicdan, samimiyet ve hakikilik, onu tüketenlerin nezdinde bu kez bir geri dönüşüm rekabetinin nesnesi halini alıyor.
Sanat, giderek artan köktencilik, milliyetçilik, cinsiyetçilik ve şiddet örneklerine bir tür can yeleği, kültürel diplomasi için sınır aşırı bir bağımsız pasaport gibi var olmayı sürdürerek, insanlık adına İsevî bir günah çıkarma alanı olarak kullanılıyor.
İKSV imzalı, ‘İsimsiz’ temalı Uluslararası 12. İstanbul Bienali’ni de geçmişte Jens Hoffmann ile düzenlemiş (https://bienal.iksv.org/i/assets/bienal/document/12B_JENS-HOFFMAN-ADRIANO-PEDROSA.pdf ) Adriano Pedrosa’nın küratörlüğünü üstlendiği, ‘Hepimiz Yabancıyız’ temalı son Venedik Bienali’nde de (https://www.labiennale.org/en ) hep bu karın ağrılarının uzantılarına tanıklık ediliyor.
‘Ulusal Pavyon’lar, tarih karşısında özel ve resmi destekçilerin çıkarları nezdinde birer aklama aygıtına dönüştürülmeye çalışılarak, ‘son anda’ hemen ve derhal herkes, kendi içindeki ‘öteki’leri göklere çıkarıyor.
Adriano Pedrosa ve Jens Hoffman, 12. İstanbul Bienali’nde ne diyorsa (https://bienal.iksv.org/i/assets/bienal/document/12B_JENS-HOFFMAN-ADRIANO-PEDROSA.pdf ) , bugün de ister aktivist, isterse artist olsun, mevzu, maksat hiç değişmiyor.
“Amacımız izleyicilerin de sessiz birer alıcı olmaktan çıkıp etkin birer yorumlayıcı haline gelmesini teşvik etmek.”
Şu halde, eğer ki Venedik’te ‘Hepimiz Yabancıyız’ diyen Pedrosa doğruyu söylüyorsa, ki öyle görünüyor; dünyada kendilerine yabancılaştığımız hiç bir başyapıtın – onlara zarar vermeksizin – ‘rehin alınmasında’ hiçbir beis görünmüyor.
Durumun aciliyeti yalnızca bundan ibaret.
Mesele başyapıta da son / güncel yapıta da ne adına baktığınıza göre kendini tüm samimiyetiyle zaten açıklıyor.