20.01.2025
16 Ocak 2025’te, ABD’de 78 yaşında hayata veda eden Yaşam Boyu Oscar ödüllü David Lynch, yarım asrı geçen kariyerine, güzel sanatlar eğitimi alarak başladı. Lynch’in zaman içinde giderek değerli bir yönetmen olması, onun içindeki aktörü, müzisyeni, ressamı, heykeltıraşı, tasarımcıyı, yazar ve fotoğrafçıyı hiç susturmadı. Altın Palmiye, Altın Aslan ve Cesar ödüllü David Lynch, türlü disiplinlerde eserleriyle fanî dünyanın aylakları olarak biz insanlardan ilham aldığı kadar, içindeki Goliath’la başa çıkmak adına yapıtlarında sunduğu her imkân nedeniyle de dünyaya emsalsiz bir iz bıraktı.
İstanbul şehri zamanı ve saatiyle, soğuk bir Ocak akşamıydı.
Haberi önce, uluslararası CNN, ‘flaş’ olarak cebimde mızırdanan açgözlü ekrana bıraktı. Sonra, zaten duymayan kalmadı: Tütün müdavimi David Lynch, 16 Ocak’ta 78 yaşında ABD’de bu tutkusundan mustarip biçimde yaşamaya dayanamamış, geçirdiği hastalıktan dolayı ölmüştü.
Ben de, bu ‘Kayıp Otoban’ (1990, Yön: David Lynch) uzunluğundaki yazıyla, kendisinin ‘hareketli’ değil, ama (güya) hareketsiz resimleri, heykelleri, tasarımlarına, cehaletimce saygı duruşunda bulunmaya kalkıştım.
ABD’li yönetmen, senarist, kurgucu, yazar, heykeltıraş, tasarımcı, baskı resim ustası ve ressam David Lynch’i, nasıl anmalıyım ?
Bilemedim. Zira Lynch’in hakikati, her daim ‘havaya asılı’ydı. Kokardı, ama sahip olunamazdı. Lynch kimseden, öyle kuşku dokusu, böyle samimiyet danteli filan da talep etmedi. Belki de. Tabii ki… Lynch ‘Belki’ diye başlayan her şeydi:
Sinema projeksiyonunun gezgin manâ damlalarıyla ürettiği tozlu, çapaklı, görsel ve işitsel seyahatlerin mesafesi. Onun, belki Marcel Duchamp, belki John Berger’dan, hatta Samuel Beckett ya da Guy Debord’dan ve Jean-Luc Godard’dan, ya da Jean-Paul Sartre veya Albert Camus’den devraldığı, dünyaya damıttığı o kuşku zeytini, saçmalık bonkörü, dünya kümesine her bir eseriyle bağırıp çağıran, karizmatik, gri ibikli bakışlarıydı.
Bu sebepten olsa gerek ki, tekrarsız, caz ‘seansı’ uçuşkanlığındaki her Lynch filmi çıkışında insanlar, birbirlerinin kafasındaki nice rengi, sesi ve karanlığı, diğerine susarak, gizli gizli kıskandı. Ama kişiliklerine halel gelecek diye, belki aynı bencillikten, bunu birbirine bile yediremedi.
Lynch filmlerinden, sınav sonunda bile sınavdan, doğru ve yanlışlarından bahsetmeyen rekabetçi sınıf arkadaşları gibi, aman aptallığımızla birileri bizi Lynch etmesin diye dağıldık.
David Lynch 1946’da, ABD’nin Montana eyaletinin Missoula ilçesinde dünyaya gelmişti. Sanki, Lynch’in doğum yeri de adeta hikâyeleri için bir yaşam seti gibiydi. Ama, aynı zamanda yazgısı için de, ömrünün sonuna kadar yarı açık bir hava mapusanesi.
Zaten, babasının ABD Tarım Bakanlığı Memuru olmasından da hallice Lynch de, insan ve bilumum canlıya dair gözlemlerini yaşamının bu ilk gezgin döneminde edindi. Keza, Lynch bir İkinci Dünya Savaşı ertesi evlâdıydı. Bir bakıma, dünyaya onun tüm şiddetini devralan anne babasının bedenine sıkışık ten ve ter açlığından dökülüp, bir patlamış mısır gibi, taptaze ve her tanesi benzersiz, üstüne üstüne bir yükle gelmişti.
Bu yüzden ki, belki Lynch sanatı bizi hep susatan, hipnotize eden, burnunuza kadar işleyen, mısır da film de küt diye bittiğinde bizi salondan alık suratlarla dandik yazgılarımıza uğurlayan bir melankoli ve bulantı parfümünü canımıza saçtı, durdu.
David Lynch bir ‘Boom’ nesli çocuğuydu. 20 Ocak’ta (2025) yaşasaydı, belki yeni yaşından da gün alırdı. Zorlamamıştı. Kovaydı. Yani dolsa da, boşalsa da hayat ona kovaydı. Bir mısır kovası. Ya da ölümüne sebebiyet veren, o evire çevire ezemediğimiz, küçüklüğünce devasa kültablası.
Lynch, bende 1990’dan beri en çok ve iyi ki rahatsızlık ve kuşku üretti.
Meselâ, onun üç sezonluk, ilk kez ABC (ABD TV kanalında) yayına giren – ve ‘siyenen’de Peter Arnett ile naklen izlediğimiz sözde “Birinci Körfez Savaşı” sebebiyle rötar da yapan – 32 bölümlük (ve üç bölümü belli bir vakit hiç izlenememiş gizdeki) ‘İkiz Tepeler’ TV dizisi (1990-2017) vardı. Bu onun da ilk TV prodüksiyonuydu.
İkiz Tepeler. Hani şu, Türkiye’nin ilk özel TV’si ‘Sihirli Kutu’ / Magic Box — Star 1’de, hatta belki, haftanın ta Pazar körlerinde, ‘başka dünyalara’ merak ve açlıktan izlediğimiz, melankolinin milli marşına dönüşen Angelo Badalamenti imzalı jenerik müziği yüzünden, kasetini de uyuşturulmuş bir asilik belirtisiyle aldığımız malûm dizi. Minicik yerden birbirine kıyasla türeyen devasa insan hikâyeleri.
Sanki o diziyi izleyenler bile bir tarikattı; ama herkes diziyi izleyeceğim deyip, yine de kendi içinde birbirinden pek çok sırrı aşırırdı. Öyle ki, kimi büyüklerimizin Betamax ve VHS video cihazlarıyla, TV’deki yayını esnasında bu dizilerin ‘naklen, dublaj’ bölümlerini de mistik birer çeyiz gibi hayallerine kaydettiğini bilirdik. Fakat ne hikmetse, o kasetlerin de toplamına hiç bir zaman tek bir seferde erişemedik. Lynch’in 2006’da, “Ateşte Benimle Yürü,” adıyla sinema filmi haline de taşıdığı bir ‘fenomen’ olarak İkiz Tepeler’in orijinal müzik kaseti / CD’si bile, yasak bir define kıymetindeydi. Onu ne hikmetse, ya diğerlerinden mesafeli saklar, ya da sadece yalnızken açar, ergenlik hayallerimizin örtük fon müziklerini, kendi yazgılarımızın kaset — CD çalarlarına sürgit koyardık.
Belki, o doğurgan rahatsızlık da işte tam orada başladı: Hayata ‘Gözü kapalı’ nice sinsice kurgu yapmanın, ama aslında ‘yapmıyorken yapmış olmanın’ ne demek olduğunu, o kaseti dinlerken ‘anladığımı zannettiğimi anladığımı zannettiğimi anladığımı’ (gider böyle…) hatırlarım.
Çünkü albüm de sürekli kendini tekrar ettikçe, ben sürekli aynı şeye gözümü kapar, ama farklı yorumlara, biçimlere zevkten ve hüzünden ısrarla göz yumardım.
David Lynch’in insanda bıraktığı o manik depresif keyfin esas cazibesi neydi?
Belki şuydu: Belki Lynch de, yaşamından benliğine sıçramış yan etkilerin bir nevî mitingi sayılabilecek, en çok da ABD hakikatine müsait ‘Post-Modern’ tabirini, kendi çaresine ithafla, bir filigran gibi, hepimizle birden taşımaya teşneydi.
Oysa, Lynch’in külliyatına hınzırca konuşladığı bir ‘Ex-Libris’ olarak Post-Modernizm, ben daha 15’ime gelmeden, kendini akademik ve kültürel dünyaya ‘çoktaan’ getirmişti. Hiç de öyle yeni filan değildi. Onu ilk ağzına ve kalemine katık eden, 1979’da Fransız filozof Jean François – Lyotard oldu.
Sonra, Lynch, Alman dışavurumculuğunun bağımlılık yapan mirası ‘Kara Film’le de bizi tanıştırandı. Suç, ceza, tahrik, yazgı, ihanet, bağışlama… Hemen hepsi için aynı anda Lynch’in kitlesel bir psikoterapi etkisi veren karelerinin peşinden gitmek, yeterliydi.
Galiba burada, Lynch’in arkasında bıraktığı ‘obje’lere ve kökenlerine odaklanmanın, onun anlam tavanarasını, resmî neşriyat üzerinden de didiklemenin sırası:
Arşivlere bakalım (1): 2022 yılında işbirliğine gittiği ve yalnızca tek sergi açtığı New York menşeli Pace Sanat Galerisi’nden aldığımız veriye göre, bir kere Lynch 1960’ların sonunda, Boston Müzesi Okulu ve Pennsylvania Güzel Sanatlar Akademisi’nde (PAFA) resim eğitimi aldı.
Yine, sanat kimliğinin oluşmasında ilk filmi “Silgi Kafa”ya da yol veren (1977) ABD Film Enstitüsü Arşivi’ndeki deneyimlerinin büyük katkısı oldu. Keza Lynch bu süreçte, hareketli bir projeksiyonun altında, çok boyutlu bir kompozisyon olan “Six Men Getting Sick” (Six Times) (1967) adlı ilk ‘hareketli resmini’ de tasarladı. Bu ‘multi-medya’ çalışması, sanatçı David Lynch’in video ve film yapımcılığına ‘ilk adımı’ olarak nitelendi. Hatta bu projesiyle de burs almaya bile hak kazandı.
Belki bu, aynı zamanda, Nam-June Paik, Andy Warhol, Yoko Ono ve Joseph Beuys ile Joseph Kosuth, Jean Michel Basquiat ya da Chuck Close gibi, imgenin, tarihin ve kutsalın içini dışına çıkaran bir çok yerleştirme, performans ve video sanatçısının harala gürele yaptığı, kalkıştığ kolektif anlatı devriminin de beynelmilel, anarşik ve turfanda bir yankısıydı.
Belki bu üretimiyle insan, o yıllarda varoluşu adına bağımlısı haline geldiği kapitale, mülke, yarattığı bitimsiz, obez ve kusturan endüstriye, tüm kaygısıyla bir mikrop gibi nankörce sızarak, onu her seferinde içeriden imha ve/ya ihya etmeye çalışıyordu.
Ve birileri de, sanat tarihinde bunu sahiplenerek, mesenlik, artizanlık, yaratıcılık veya kanaat önderliği diye tasmalamaya kalkıp, narsistçe kendini alkışlayıp, duruyordu.
Zaten o yıllar aynı zamanda Dünya ve ABD’de ‘Bağımsız’ tiyatro, sinema, performans ve plastik sanatların da çığlıklarını kapitalin veya iktidarın sanatına karşı art arda yükselttiği yıllar oldu. NY’da LaMaMa, Sundance’da Film Festivali, yine NY’da Fabrika, ya da Apocalypse Now ile Coppola derken, işler daha da bir kızıştı.
Belki Lynch de, eserlerinde tam da havaya asılı bu aylak, anası babası belirsiz hakikatin elini tutmak istedi. Lynch, kaygı içinde sürekli dönüştürdüğü ‘bulduk nesne’lere duyduğu dinmez kuşkuyu hep insana ve hayata verdiği paylaşımcı yaratıcılık eylemi üzerinden el üzerinde tuttu. Sanatçı, filmlerinde sanki, yer yer modern ABD’li ressam Edward Hopper’ı da, İngiliz yönetmen Alfred Hitchcock’u da, varoluşçu Alain Resnais’i veya Jean–Luc Godard’ı da selâmlayan melankolik, platonik, suçluluk dolu erotik varoluşun münakaşasına, galiba bu sırada başladı.
Dişi denen ebedî kaçınılmaz varlığa ibretlik birer güzelleme ve ağıt yüklü hemen tüm filmleri erildi belki, ama her oynattığınızda kadınlı erkekli, derhal içine girebileceğiniz bir dünya kadar da saygıdeğer ve misafirperverdi. Lynch tanrı olmayı seçmedi. İnsana filmleriyle tepeden inmeyi de benimsemedi. Tehlike, promosyonunu yasak eylemler ile yaptığı ilâhi cennetin vahşi erotizminin belki de asıl parfüm adıydı. Eserleri, insana ait insanca ‘döküntü’lerden hallice, koyu, şekersiz, cayır cayır bir kahve kokusu, ayıklığındaydı.
Belki de David Lynch, çalışmalarında hep, bir tür ‘canlı otopsi’ deneyimi ortaya koydu. Yalnız birkaç arkadaşın tavsiyesiyle eriştiğiniz filmlerindeki o sözde pahalı şarküteri ayrıcalığı da bundan olsa gerekti.
Lynch belki de, yaşamdan sınıfta kalmış ‘marjinal’ birey ve hikâyelerin, ölü veya diri dert ortaklığını, imajın kapitale dönüştüğü hakikat piyasasında üst üste pozladığı için kutsandı. Sanatçı, İkinci Dünya Savaşı sonrası tüm ‘gayrımeşru’ hal ve kişiliklere, ABD denen devasa yalan özelinde, art arda iade-i itirazda ve gerekirse, bilakis itibarda bulundu. Onları fark ederek, kaybedenleri, kabahatlerinde veya fedakârlıklarında ya kutsadı, ya meşrulaştırdı.
Evet Lynch cesurdu. Şeytanın da bir melek olduğunu asla inkâr etmeden, onu filmlerinde türlü çehrelerle oynattı. Kuşkusunu yaratıcılık ve kural tanımazlığı ile kustuğu, adeta kaygıdan kesesiyle, konu edindiği tüm ‘üç boyutlu’ insanlarıyla, iyisiyle de, kötüsüyle de zımparaladığı ‘eğlence’ sektöründe kendisine verili olanı önkoşulsuz olarak reddetti.
Lynch belki de, soru işaretleriyle kutsadığı bulantı grisi, duman dokulu eserlerine de, aldığı bu görsel sanatlar (tarihi) ve eğitiminin Avrupai, gerçeküstücü, ‘Brüt’ / Topyekûn, varoluşçu ve nihilist vb. baharatını, gerek sözel, gerekse efektif olarak, durmaksızın kattı.
Sanatçı, hem plastik sanat, hem TV, hem fotoğraf ve hem de sinema çıkışlı eserlerinde ölüme de, yaşama da duyduğu adil gözüpekliği nedeniyle, şahit olduğu fanî saçmalığa duyduğu kara mizahtaki acı hoşgörüyle ürettiği kişisel biçim ve imgeleriyle, özgürlüğünü ve özgünlüğünü son gününe kadar hak etmek üzere emek verdi. Kendini, kendinde olmayanda cesurca arayarak, sırf aradığından aldığı hazla, çocukça bir umarsızlıkla, kıskanılacak bir hakikatle ‘an’ı gerçekleştirdi.
Lynch’in Pace Gallery’de 2002’de “Big Bongo Night” başlığı ile sergilediği, ilk bakışta ‘çöp adam’ / ‘yanık kibrit’ etkisindeki, ama belki de ABD’nin asıl aydınları, Afro Amerikalılara övgü düzdüğü söylenebilecek varlık soyutlamalarına da bu hissiyatla mı bakmalı? Bu sanat eserlerinde yine Lynch’in filmlerindeki o ‘topyekûn hiçlik’, bugünün trend tabiriyle ‘Yalnız Kalabalık’ durumu yine dikkatimi çekiyor. Lynch, en karanlık ve artık ‘an’lardan derlediği, her bir ‘olan’a hürmetle yansıttığı (2) tüm bu kederli üretkenliğiyle, alacakaranlıktan pekalâ zevkle beslenen bir hayat manzarası türetebiliyor.
Sanki, her biri birer anı iskeleti halinde asılı kalmış gibi duran bu tasarımlar, yansıttıkları sembolizm ile belki, Lynch’in en çok ‘yakın çevresi’ne kadar gelebilmiş, ama kendilerinden bile habersiz, kimi gizemli bireylerden oluşuyor.
Bu ‘ampul kafalar’ın her biri büyük ihtimalle, kendisinin bambaşka eylemleri adına da, birer kişisel açma – kapama noktası sunuyor.
Lynch ilginç biçimde, burada sergilediği ahşap ve tuval üzeri yağlıboyalarında da, aynı boğuk, tekinsiz ‘uzay’ı kompozisyonları adına fon ve fedâ eyliyor.
Havaya asılı el yazısı fısıltılar, tuvalden bir çırpıda dökülen atık Dünya formülleri, yine birden imaj içinden dökülen uzuv, araç veya bireyler, ancak rüyalarda kıskanılacak bir özgürlükle adlandırılan, havada yakalanmış etkisi veren biricik ‘an’lar…
Bunların tümüne denk gelen Lynch resimleri, birbirleri adına aktif birer eşik üretiyor. David Lynch’in resimleri, izleyicisine yakalanmışlığın depresyonunu da, kendi kendilerinden kaçıp gitmişliğin Edvard Munch’vari o sağır özgürlüğünü de en son görsel ses düzeyiyle, haklı bir vınlamayla, çınlamayla kusuyor.
Belki, ne akılla, ne sempatiyle ve ne de analizin her bir türüyle kesinlikle uzlaşmaya meyilli olmayan bu resimlerde, imgelerin kendi belirginliklerinin, yine Lynch tarafından kendilerine sağlanmış bağımsız huzurundan başka, hiç bir şey de türemiyor.
Özgürlüğünü varoluş kaygısıyla demlediği kişisel ifade biçimleriyle, Lynch hiç kopyacılık yapmadığını ortaya koyuyor. Sanatçı, belki de ‘kaygıdeğer’ bir insan olarak anılmayı daha bariz hak ediyor. Lynch, ‘Hiç’liğin sürekli kendi yalanından kopya çektiği bu dünyayı, tabirimizce ‘çile’sinin seviyesince, ölesiye bir bereketle ispatladığını bize hep aynı tutarlılıkla gösteriyor.
Belki Lynch, daha ortada yapay zekâ filan yokken “Durum zaten başından beri açıktı,” diyor. Tüm kopyalar etraftaydı ve birbirinden saçıktı.
(Peki her şeyi üzerimize alıyoruz ya, burada David Lynch sanatı ile Türkiye’nin bağı nasıl kurulmalı? Cehaletime verin, Lynch’in sanatını düşündükçe, benim doğaçlama aklıma, gözgelimi, bize tanıştırdıkları aşkın ve içkin biricik dünyaları ile Yüksel Arslan, Cihat Burak, Nevhiz Tanyeli, Mübin Orhon, Neş’e Erdok ve Fikret Muallâ ile, bilhassa Mehmet Nâzım, Sarkis, Komet ve Mehmet Güleryüz gibi ustalar toplaşıyor.
Belki, Türkiye’de de yaratıcılığa dayatılan her nevî bakıştaki resmiyetten kendi göbek deliklerini fırçasıyla, eline ne geçtiyse o materyalle kesmeye çalışan pek çok sanatçı, Lynch ile bir anlamda, bir biçimde, mental ve sentimental / aklî ve hissî irtibatta bulunuyor.
Belki bu ‘dünyaya atılmış’ bakışı, günümüzde türlü materyal ve kavramsal refleksleriyle, sözgelimi bir Aret Gıcır, yahut Leylâ Gediz, Çağrı Saray, Hakan Gürsoytrak, Yaşam Şaşmazer, Selim Birsel, Cem Dinlenmiş, Nazif Topçuoğlu, Zeyno Pekünlü, Cem Dinlenmiş ve Mert Öztekin ile, Kerem Ozan Bayraktar ve merhum Mehmet Gün gibi (daha nice) sanatçı, bilerek bilmeyerek üstlenmiş olabilir diye düşünmek de gerekiyor.)
Neyse, biz yine Kayıp Otoban’dan çıkmadan, Lynch’in alınlarımıza yazdığı ebedî ‘Kara Film’ senaryosunun kişisel ve bereketli yaratı tarihine, resmî evraklar üzerinden (1) geri dönelim:
Sanatçı zaten, aralarında “Hava Yanıyor: 40 Yıllık Resimler, Fotoğraflar, Çizimler, Deneysel Filmler ve Ses Yaratımları” (Fondation Cartier, Paris, Fransa, 2007), La Triennale di Milano, Milano, İtalya (2008); Ekaterina Kültür Vakfı, Moskova (2009) ve GL Strand, Kopenhag, Danimarka (2011) gibi bir çok prestijli çağdaş kültür ve sanat mâbedinde, en azından yaşamında alkışlanmış bulunuyor.
Elbette, fotoğrafçılık seviyesinin zaten lâfı bile edilmeyecek Lynch, yine Londra’da 2014’te “The Photographers’ Gallery”de açtığı “The Factory Photographs”, ya da 2019’da NY’daki Sperone Westwater’da açılmış “Squeaky Flies in the Mud” gibi etkinlikleriyle, manşetlere çıkmış görünüyor. Lynch yine, Manchester’daki HOME’da 2019’da açılan “My Head is Disconnected” ve aynı yıl Tokyo’ya ziyarete giden “From the Fringes of the Mind” gibi sergileri ile de, bu listeyi kabartmayı ihmal etmemiş. Bunun gibi, AB’nin yapı taşlarından Hollanda’nın Maastricht kentinde, 2018-19 aralığında, Bonnefantenmuseum’da izlenen “Someone is in My House” veya Avustralya’nın Brisbane kentindeki Queensland Art Gallery’de 2015’te açılan “Between Two Worlds” retrospektifleri de, yine 2007’de Fondation Cartier Paris’te alkışlanan Lynch’i unutmamak adına çok değerli ipuçları olarak önümüze çıkmışa benziyor.
Ayrıca, yeri gelmişken, müzisyenliğiyle de takdir gören, David Bowie ile dostluğu ve profesyonel işbirliği de olan sanatçının, daha önce eğitim aldığı Pennsylvania Güzel Sanatlar Akademisi’nde de 2014’te adına biricik bir akademik araştırma / anket yapıldığından, tekrar söz etmek gerekiyor.
Bitirirken, NY’daki PACE Galerisi yetkilileri, Lynch’in vefatı üzerine bize yaptıkları açıklamada, onun yarım asrı geçen bir süre boyunca, erken dönem ressamlığından kaynaklı, ‘çok disiplinli’ bir üretim pratiğini beslediğini vurguluyor.
Tekrara kaçmakta sakınca yok: Çizim, fotoğraf, baskı resim, heykel, müzik ve film dahil birçok farklı mecraya kendini adayan sanatçı, tüm bu sanatların buketi sayılabilecek sinemaya kattığı “Eraserhead” (1977), “Fil Adam” (1980), “Dune” (1984),“Mavi Kadife” (1986), “Vahşi Yürek” (1990), “İkiz Tepeler – Ateşte Benimle Yürü” (1991), “Kayıp Otoban” (1997) ve “Mulholland Yolu” (2001) ya da “Inland Empire” (2006) gibi eserleriyle de halihazırda unutulmuyor.
2020’de, ‘Yaşam Boyu Başarı’ Onursal Oscar Ödülü’ne değer bulunan, pek çok kez en iyi yönetmen ve senaryo ve uyarlama senaryo Oscar adaylığı alan Lynch’in resimleri, Pace Gallery’nin bize tarif ettiği şekliyle filmlerini de deşifre ediyor:
Bu eserler, “Sıklıkla ev içi, gündelik ortamlardaki bozulma anları üzerine odaklanıyor. Tedirginlikle dolu bu çalışmalar, tehditkâr, esrarlı imgelerle yüklü bulunuyor.” Yine galerinin de altını çizdiği gibi, “Sürrealizm ve Art Brut’nün görsel dillerinden beslenen Lynch, ‘normal’ kişiler adına ‘çılgın’ gelebilecek biçimler ile medyaları, perspektifleri, eğik zeminli, ‘yamuk’ birer anlatı ve bakış açısı aracı olarak benimsiyor.”
Pace Galerisi yetkilileri, bu noktada özellikle, Lynch’in “Bedensel ve endüstriyel çürümenin canlandırmalarını keşfettiğini,” vurgularken, tüm bunların özünde genellikle de Amerikan yaşamını merkez almış topyekûn ‘eser’in ta içinde, “günümüzün karanlık gerçeklerine hitap eden, yaygın bir huzursuzluğun” olduğuna özellikle dikkat çekiyor.
Nitekim Galeri CEO’su Marc Glimcher da, bu mirası şu sözlerle kutsuyor ve sanatçıyı sonsuzluğun beyazperdesine doğru şöyle uğurluyor:
“Lynch’in ilk yıllarında büyüyecek kadar şanslı herkes, 1980 ve 1990’ların ‘zihinsel mimâri’sine sahipti. ‘Beyin’(-ler), onun dehasınca büyük oranda tekrar inşa edildi. Yaşadığımız, saf bir yaratıcı adına inanılmaz bir kayıptır. O, ‘kaçık’lığı felsefeye dönüştüren insandı.”
Bu yazıyla, Hayatını Los Angeles’ta sürdüren, hepimiz gibi hayata saçılarak dünyaya düşen adam David Lynch’ten söz etmeye çalıştım.
Yaşam Boyu Oscar ödüllü David Lynch’in zaman içinde giderek değerli bir yönetmen olması, onun içindeki aktörü, müzisyeni, ressamı, heykeltıraşı, tasarımcıyı, yazar ve fotoğrafçıyı hiç susturmadı. Altın Palmiye, Altın Aslan ve Cesar ödüllü David Lynch, türlü disiplinlerde eserleriyle fanî dünyanın aylakları olarak biz insanlardan ilham aldığı kadar, içindeki Goliath’la başa çıkmak adına yapıtlarında sunduğu her imkân nedeniyle, dünyaya emsalsiz bir iz bıraktı.
Lynch, tıpkı adına yalnızca ikibin edisyonluk orijinal albüm düzdüğü kişisel Paris sergisindeki gibi, o tekinsiz el yazısıyla “Hava Yanıyor,” derken, saçılmış olanı, yani ebedî saçmalığı beyan ederken, giderken bile, yine haklıydı.
Ardında, hep kavgalı olduğu için uzaklaşamadığı Melekler Şehri’nin külkedisi gibi ölü bir griliğe düşen inanılmaz muazzam hayaletini bıraktı.
Belki, o dünyaya ilk defa düşen, hepimizi tırlatan ilk ve son izmariti de, ‘Avangart’ mesuliyetiyle yine o fırlattı. Ama kimse onun bu uyarılarının, bu kadar gerçek olacağını aklına bile getirmedi.
Belki de David, zaten kendi paçasından hiç ayrılmadığı o asıl Goliath’tı.
Tüm kaynak ve görseller:
———————————-
- David Lynch, “Big Bongo Night” adlı kişisel sergisi, 4 Kasım, 17 Ekim 2022, Pace Gallery, New York, ABD sergisi yayını ve sanatçı adına basın ve kamuoyu için yayımlanan özel taziye bülteni, Galerinin İzniyle.
- “Varoluşçuluk ve Yeni Kara Film: David Lynch Örneği”, Deniz Tansel, T.C. Ankara Üniv. Sosyal Bilimler Ens. Radyo TV ve Sinema Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, 2007