
Bir psikolog arkadaşım ‘Öngörülemeyen Bir Dünyada Yaşamak’ (Vivre! Dans un monde imprevisible) isimli kitap için: “İçinde bulunduğumuz ruh halini ve yaşadıklarımızı çok güzel özetlemiş” demişti. Fransız düşünür Frederic Lenoir’in kaleme aldığı kitap, Carl Gustav Jung’ın “Krizler, sarsıntılar, hastalıklar tesadüfen ortaya çıkmaz. Bu gidişatı düzeltmemiz, yeni yönelimler keşfetmemiz, başka bir yaşam yolunu deneyimlememiz için gösterge görevi görürler” sözleriyle başlıyor.
Budistler’in ve Stoacılar’ın yanı sıra Montaigne ve Spinoza gibi filozoflardan ilham alınan; sinirbilim ve psikoloji ile desteklenen, kendisi ince (58 sayfa) içeriği kalın kitabın çıkış noktası, pandemi döneminde yaşanan fiziksel, sosyolojik ve psikolojik yıkım. Biz birey olarak bu öngörülemeyen krizi yaşarken neler yaptık? Sonrasında bireysel ve sosyal hayatlarımızı hangi yönde şekillendirdik…
Kitabın ana cümlesi: Kriz zamanlarında mümkün olan en iyi biçimde nasıl yaşanır ve bu krizlerden kendi lehimize nasıl çıkılır?
Pandemi geldi geçti ama pek tabii kişisel hayatlarımızda öngörülemez pek çok kriz yaşıyoruz. Peki bunları nasıl yönetiyoruz-yönetebiliriz? Kitap, bunu nasıl yapabileceğimizi anlatıyor. Örneğin yaptığımız herhangi bir işe -bu kitap okumak da olabilir yemek yapmak da- dikkatimizi tam olarak vermek beynin duygusal dengesi ve esenliği açısından şartmış. Bir işi başka bir şey düşünürken yapan veya aynı anda birkaç iş gören kişide dopamin ve seratonin eksikliği olacağı için yaptığımız işe tam konsantre olmak mutluluğun anahtarıymış. Kişisel gelişim kitaplarında ‘anı yaşa’ dediklerinin bilimsel karşılığı bu.
Bir de ne yaşarsan yaşa, sana bağlı olanları ayırt et. Bize bağlı olanları yani eylemlerimizin belirledikleri hakkında söz sahibiyiz ancak bizim dışımızda gelişenler var ki onları kabullenmek ve hayatımızın geri kalanını ona göre şekillendirmek gerekiyor. Kolay okunan, kolay anlaşılan bu kitap, dünyanın içinde bulunduğu şu öngörülemez günlerde okuyucuya ‘ahlayıp vahlamadan’ yaşama devam edebilmek için güzel bir pencere açıyor.
Sen de mi sahtekârsın?
“Hiçbir özelliğiniz yok; şans, tanıdıklar ya da herkesten çok çalışmanız sayesinde olduğunuz yerdesiniz. Başarılı olduğunuzda -yani neredeyse her zaman- kendi kendinize bunu herkesin yapabileceğini söylüyorsunuz. Sadece doğru zamanda doğru yerdeydiniz.”
Hayatınızda hiç böyle hissettiğiniz anlar oldu mu? Ya da etrafınızda kendi başarısının gerçekten bir başarı olduğunu içinde bir türlü kabul etmeyen insanlar var mı? Fazla mütevazı, ‘aman benim yerimde kim olsa aynı şeyi yapardı’ diye düşünen… Hah işte bu tam da ‘Sahtekarlık Sendromu’!
Yazının girişinde çift tırnak içine aldığım cümle Klinik Psikolog Jessamby Hibberd’in yazdığı ‘Sahtekarlık Sendromundan Kurtulmak’ (The Imposter Cure) adlı kitabından alıntı.
Hibberd’in yaptığı araştırmaya göre, sahtekarlık sendromu çok yaygın. Peki nedir bu ‘Sahtekarlık Sendromu’. Şöyle anlatayım: İnsanların kendi başarılarını yetersiz görme ve içten içe sürekli ‘foyasının bir gün mutlaka ortaya çıkacağı’ endişesiyle yaşamasına verilen isim.
Kitapta bu sendromun değişik versiyonları ve belirtileri ele alınıyor. Kendinizi tanımanız ve anlamanız sağlanıyor ardından da değişik teknik ve egzersizlerle bu sendromdan kurtulmanın yolları anlatılıyor. Mükemmelliyetçilik, korku ve güvensizliğin bu sendromla bağları da inceleniyor. Ben kitabı okurken kendi sahtekarlıklarımı yakaladım ve bu bana çok iyi geldi.

