
“Hayalimi %50 insan,
%50 makine gibi düşünüyorum”
Çok yönlü dijital medya sanatçısı Refik Anadol’un ajandası dopdolu. Son olarak Türkiye İş Bankası katkısı ile Türkiye’nin flora ve faunasını dijital evrene transfer ederek yaşayan bir ansiklopedi ortaya koyan Anadol, yakın zaman içinde de Davos Ekonomi Zirvesi, BM ve koleksiyona alınan MoMA (Sphere) ile Barcelona ve Shanghai’ye taşıdığı nice projeyi ortaya koydu. Türk Hava Yolları desteğinde ürettiği ‘İçsel Portreler’iyle de göklerde izleyici yakalayan, Akbank Genel Müdürlük Binası’na da kalıcı bir eser bırakan Anadol ile, dün, bugün ve yarınki ajandası ile dünyanın son gelişmeleri üzerine odaklanan kapsamlı bir görüşmemiz (daha) oldu.
Yakın zamanda, mayıs ayında Venedik’te İtalyan mühendis ve mimar Carlo Ratti imzası ile düzenlenecek 19. Uluslararası Mimarlık Bienali’ne de- ikinci kez ve – resmen davet edilen, Bilboa’da da ilk kişisel sergisini açmış Türk sanatçı olarak tarihe şimdiden gelecek uğruna kaydolan sanatçı Anadol, bilindiği gibi Türkiye’de Murat Pilevneli’nin kurduğu Pilevneli Project tarafından temsil ediliyor.
Anadol aynı zamanda Los Angeles’ta (LA) bu yıl haziran ayında açacağı Dataland – Dünyanın ilk AI / Yapay Zekâ Müzesi’nin de heyecanını, yaşam ve meslek yoldaşı, eşi Efsun ile birlikte yaşıyor. LA atölyesinde çok kültürlü bir kadrodan ibaret olan uluslararası bir atölyede emek veren, NVİDİA 2024’teki Geniş Doğa Modeli, Las Vegas’taki Sphere, Anadol, küresel projelerinin getirdiği eleştirel yankıların ve bereketli soru işaretlerinin kendisine ait okumalarını bizimle şöyle paylaşıyor:
Guggenheim Bilbao’daki yerleştirme projeniz, 19 Ekim 2025’e dek izlenecek In Situ’nun (1) açılışından, çalışma ortağınız ve hayat arkadaşınız, eşiniz Efsun ile ABD’ye döndünüz; bize tekrar vakit ayırdınız, teşekkürler. Derhal soralım: İspanya’daki gündem nasıl? Avrupa orada da mı tartışılıyor?
Çok enteresan! Bu sefer gittiğimde, aldığım soruların başında, tabii ki (Donald J.) Trump geldi. ‘Ne düşünüyorsun?’ diye soruldu. Zaten Bilbao’ya Almanya’dan da çok basın mensubu geldi. Çoğu, zaten oradaki seçimlerden de ötürü büyük bir gerginlik yaşamışlar ki, dürüst olmak gerekir ise ben de çok fazla takip edemedim. Guggenheim projemi yaparken İnternet’e bir dakikamı bile harcayamadım!
Fakat bu sefer İspanya’ya geldiğimde ‘ABD’nin gideceği yeri nasıl düşünüyorsun? Yapay Zekâ’nın gideceği yeri, ABD’nin bu konuda nasıl bir öncülüğü bulunduğunu’ vb. soruyorlar; ki özellikle Macron’ın davet ettiği bu ‘Action Summit’de de bunları fark etmiştim zaten. ABD’nin Yapay Zekâ konusunda ciddi bir üstünlüğü var. Her ne kadar Çin (Deep Seek (2) ile) bir şeyler denese de ciddi anlamda geri kalmış durumda. Sanıyorum bütün Avrupa da çok fazla kural, bürokrasiye takılmış durumda. Tabii ki yaptıklarının kötü olduğunu söylemiyorum, ama bir şekilde bu kurallar serisi, bir şekilde ‘adım atamamaya’ dönmüş. İşte, veri toplanması hakkında problem çok çıkmış; Yapay Zekâ ağları kullandırılmıyor. Meselâ bunları bilmiyordum ve gittiğimde orada fark ettim. Birçok insan ciddi ciddi, güncel modellere birkaç gün, birkaç ay değil, aylardan beri uzak. Dolayısıyla enteresanmış. Bu kadar farklı olduğunu bu kış anladım.
Biz insanlar bugün Yapay Zekâ’dan korkmakta ve korkmamakta haklıyız. Öyle mi?
Kesinlikle. Çok güzel. Ben, en başından beri hayalimi yüzde 50 insan, yüzde 50 makine gibi düşünüyorum. Yani, bizi bekleyen gelecek, kanımca makinaların tamamen bize her şeyi, her zaman sunabildiği bir dönemi başlatıyor. Dünyanın çok, ama çok ufak bir kısmı bunun farkında. Dolayısıyla bu uzun bir yolculuk, ama geleceğin mantıklı, iyimser, etik ve eşit olabilmesinin tek sebebi, bunu anlayabilmek. Başka bir opsiyon göremiyorum. Yapay Zekâ’yı anlamadan yola çıkıldığı zamanki korkular daha da büyüyor. Anlayanların da potansiyeli daha artıyor. Biri Yapay Zekâ ağlarını ne kadar daha hızlı kullanabilirse, daha önce yapamadığı deneyimleri, tekniği, bilimi, kodlamayı anında öğrenebiliyor. Gerçekten, İnternet şu anda, 30 dakika içinde inanılmaz yazılımlar üretebilen insanlarla dolu. Her an, her gün böyle. İnsanlık bugün böylesine muazzam bir zihinsel patlama da yaşıyor. Bunların hepsi aynı anda.
Korkular da aynı anda çıkıyor. Sanrılar da öyle. Dolayısıyla bence, iyi kötü bilemem ama, muazzam bir dönem bence. Çünkü değişimin tam ortasındayız. Sanatın da ‘an’ı paylaşmasının en önemli olduğu dönemlerden birindeyiz. Eğer sanat bunu anlayabilir ve insanlığa anlatabilirse, bu değişimin ve dönüşümün potansiyellerini, problemlerini, çıkarlarını, hatalarını, hepsini bir arada, bir şekilde sunabilirse, sanat bence çok anlamlı bir yere gidebilir. Bunu insanlığa destek olmak adına söylüyorum. Sadece zihinsel, entelektüel bir aktivite değil, bir fonksiyonu olma ihtimali var.
Guggenheim Bilbao’da Kerim Karaoğlu’nun ses uzamı ile de zenginleşen ‘In Situ’ yerleştirmeniz- solo projeniz, büyük beğeni ile izleniyor. Bu proje nasıl doğdu? Şu anda ne oluyor? Ayrıca siz adeta bir ‘Ağ’ kaynağı gibi çalışıyorsunuz. Projelerinizin, ajandanızda dünya ve mekânlara, ziyaretçilerine hangi ölçüt ve önceliklere göre servis edildiği belli mi? Bir orkestra şefi, ya da bestekâr gibi projelerinizi dünyaya servis ettiğinizi görüyoruz. Bu ‘yaşayan bünye’yi, bu kompozisyonlar üstü kompozisyonu neye göre tasarlıyorsunuz?
Çok güzel soru. Ama bunların bir kısmı, aslında sadece hayallerimin bir kısmı. Böyle olsa da bunların da bir kısmı MoMA NY’da olduğu gibi, hayallerin bir araya gelmesi ile olabiliyor. Sözgelimi MoMA projesinde, küratörlerimiz Paola Antonelli, Michelle Kuo ve Stuart Comer’in çok spesifik olarak Pandemi döneminde, müzenin kapandığı günlerde hayalleri, çok net olarak yeni bir iş üretmekti. Ve bu harika bir şey idi. Güçlerinin birleşimi oldu.
İşte Guggenheim Bilbao eseri In Situ da çok benzer bir şey: Müzenin duayen direktörü Juan Ignacio, 30 yıldır hem açılması hem kurulmasına yardımcı olduğu kurumun son ayında, böyle bir jübile ile, resmen ve gerçek manâda geleceği tahayyül edebilen, daha önce koleksiyonlarında olmayan bir eserin ortaya çıkışına destek olmaya ekibi ile karar verdi. Küratörümüz, zaten son derece güncel, konunun farkında olan biri. Fakat, daha önce, dijital alanda Jerry Holzer dışında bu alana adım atılmamış. Kaldı ki kastettiğim o işler de daha çok ışık ve mekân alanında işler. Gerçek anlamda dijital bir sanat eseriyle, kurum (Guggenheim Bilbao) hiç ilgilenmemiş. Gerçek deneyim yaşamamış.
Ve sanırım bu, aslında 1,5 yıl önce direktörün de çok net hayali ile- ‘Yeni bir dönem geliyor, yeni bir dönem açılıyor; bayrağı devrediyorum, bırakırken, yeni bir hayal kurmamız gerekiyor,’ diye başlamış. Bu bile aslında muazzam bir alan çünkü ben bile küratörün kendisi ile mekânda 1,5 yıl önce tanıştım. Öyle bir galeri gösterdiler ki! 16 metre yükseklik. Gehry’nin ‘compound’ denen, matematiksel ‘curve’ / kıvrımlarıyla, adeta yaşadığınız bir tür zihinsel orgazm yani. Estetik olarak muazzam bir şey. Akustiğiyle, her şeyiyle mükemmel.
Mimar Frank O. Gehry’nin ‘mimari manyetizması’ bu sözünü ettiğimiz, öyle mi?
Müthiş bir galeri! Yani dünyada böylesine yalın ve net bir galeri, bir müze içerisinde ben bilmiyorum. Dünyada 30 sene önce tasarlanmış bir ruhanî / spirituel mekândan bahsetmiyorum. Bir mimarî olarak yakın dönemde üretilmiş, ‘müze’ kavramıyla ortaya çıkmış, böyle bir mimarî tasarım hatırlamıyorum. Ve çok etkileyiciydi. Dediler ki, bu galeride ne yapmak istersin, nasıl bir heykel koyalım? Nasıl bir ekran koyalım? Onlara, ‘Eğer ben kahramanım Frank O. Gehry’e – 2018’den sonra – bir kere daha atıfta bulunma şansı elde edebilirsem, ben bu şansımı bir ekranda kullanamam. Bu fikri, mekânın kendisine ait hissettirmek için, ‘tuval’ / canvas yapmak isterim,’ dedim. Bana ‘Nasıl yani?’ dediklerinde, ‘Tavandan tabana, bütün mekânın duvarlarını 360 derecede, sizin 30 yıl boyunca resimleri asabildiğiniz bu mekânın kendisini ‘canvas’ yapmak istiyorum,’ dedim. Tabii önce şaşırdılar. Çünkü mekân çok büyük. İmkânsız bir boy. Boyaması dört gün sürüyor! Dediler, ‘Nasıl yapabiliriz?’
Böyle başladı bu yolculuk… Sağ olsunlar, hemen arkasından da ‘Frank O. Gehry’e atıf yapmak istiyorum, çünkü bu eserin özünde, bu mekânın da açmış olduğu ‘Bilbao Effect’i olan, şehri ayağa kaldıran, dünyaya mesaj veren bir hayal olarak parçası olmak istiyorum,’ dedim. Hemen Gehry ofisine mail attılar, ofis çok pozitif cevap verdi. Hemen verdikleri cevapta ‘Tabii ki Refik’i biliyor, tanıyoruz, verileri kullanabilir, istediğini yapabilir,’’ yazılıydı. Zaten o saatten sonra hemen, hayal ortaya çıktı. 50 projeksiyonla çalıştık. Bugüne kadar çalıştığımız en yüksek çözünürlük, en büyük kanallı, bugüne kadar yaptığımız en kapsamlı eser diyebilirim. Işığın materyal olarak kullanıldığı en büyük eserimiz. Benim tahminimce de şu ana kadar sanat dünyasında, müze dünyasında alanında, öncü bir iş.
Son olarak da sağ olsunlar, Google ekibi… Evet, ‘Google ile çalışıyorsun,’ şeklindeki kritikleri biliyorum. Ama şunu çok net söylüyorum, doğaya zarar vermeyip sadece yenilenebilir enerji ile çalışan bir desteği sadece Google’dan aldık. Sergi öncesinde ve boyunca da bu Yapay Zekâ ağlarını Hollanda da yeni açılan, sadece rüzgâr enerjisiyle çalışan bir ‘Data Cloud’- Bulut Küme bilgisayar ağını kullanıyoruz. Bir iPhone’un yıllık şarjını dört kez çarpalım. O kadarlık enerji kullanarak, bu sergi bir yıl boyunca ‘devamlı rüya görecek’. Kendini tekrar etmeyecek, yaşayan bir mimarî ile hayal kuracak.
Yine, 14 yıldır beraber çalıştığım Kerim Karaoğlu ile, sağ olsun o da bizi kırmamıştır; Gehry binalarının materyalinin, iç mekânının, akustiklerinin verilerini topladık: Titanyumdan nasıl ses çıkıyor? Kullanılan ağaç yapılarından- kerestelerinden nasıl sesler çıkıyor? Binanın doğa ile ilişkisi, rüzgârın, yağmurun farklı zamanların nasıl bir ses yarattığını ve duyamadığımız birçok farklı frekansları kaydetme şansı elde ettik. Böylece çok enteresan, daha önce duymadığım biricik bir ses tasarımı ortaya çıktı. Hepsini bir araya getirebildik.
Ses, görüntü, koku… Bunlar başat duyular, elbette duyma ve dokunma dahi kültür ve sanatın uzuvları aşamasına gelmiş durumda. Bu anlamda, sanatın da Google Arts and Culture portalı ile iş birliği malûmumuz. Tüm müzeler ve kurumlarla çalışıyorlar. Peki, Google’ın dünyaca tartışılan bu ‘algoritma’, yani veri sıralama ‘kabahati’ hakkında senin gözlem ve eleştirilerin neler olabilir? Bilginin, verinin doğaçlama, bağımsız biçimde, olabilecekse eleştirel şekilde olabileceği yerin aksine, iddiaya göre Google tarafından bu kadar tümel, ‘otoriter’ biçimde sahipleniliyor oluşu, Refik Anadol’u hiç mi endişelendirmez?
Tabii, Google Arts and Culture herkese ücretsiz ve açık bir arşiv. Ve tabii ki, her büyük veriye sahip, her büyük kurum beni endişelendiriyor. Sırf Google değil; bunun içinde Microsoft da var; başka arama motorları da, hatta Türkiye’den bir çok firma da var. Bir şekilde, veriyi kullanarak ürün ve servis üreten her yerde bu var. Google, bunun en iyi ve en öncülerinden. Yalnız, beni heyecanlandıran şu: Bu kurumlar geriye ne veriyorlar? Açık kaynaklı kod verebiliyor mu? Ücretsiz bilişim ya da ulaşamadığımız bilgi yığınlarını bize verebiliyor mu? Sadece alan vermeyen bir yapıda mı? Yoksa gerçekten eli açık, başka bir yapıda mı? Bir alana destek oluyor mu? Eğitime veya başka alanlara ücretsiz uygulamalar veriyor mu? Ben, hep bu şekilde anlamaya çalışıyorum. Ve bu kurumlara ne kadar yakından bakarsam, hepsi açık kaynaklı olan ve yüz milyonlarca dolar değerindeki bu kurumların yapamadıklarını yaptıklarını da görebiliyorum. Bunların hiçbiri gizli, kapalı değil.
Bu kurumların, sırf paraya dönük hayalleri olmayan hayalleri olduğunu da gördüm. Bir yandan evet, verinin materyalleşmesine, onu anlayabilen zeki kurumlar olarak insanlığa sundukları ürün ve servisler, her zaman için sorgulanabilir. En nihayetinde, bütün bu servisler hem kendi mahremiyetlerini hem de bizim özgür irademizi sorgulamamız gereken sistemlerdir. Sonuç olarak bu, bir yemek servisi, bir ulaşım servisi de olabilir. Araştırma servisi olabilir. İletişim servisi olabilir. Sosyal mecra servisi de olabilir. Hepsinin özünde, bir şekilde ‘veri’ yattığı için, daha önce hepsini aynı düzleme koymamız gerekiyor. Dolayısıyla bu araç ve servisleri kullanırken, kullanılan araç ve servisin, üreticisinin niyetini kullanıcı olarak anlayabiliyorsak, bilinçli bir kullanıcı isek problem olmuyor. Ama, eğer bilinçsiz bir kullanıcı isek, pek tabii ki problem oluyor. Demek istediğim, bilinçli ve bilinçsiz iki kullanıcı (tipi) olduğunu hayal edebilirsek, bilinçli kullanıcının bu sistemleri her zaman kendi alanında da iyi kullanabileceğini biliyoruz.









Aslında burada çözülmesi gereken nokta, bu ürün ve servislerde nasıl daha bilinçli olabiliriz, sanat bu alanda bizi daha bilinçli yapabilir mi, bunu yapabilmesi için gereken sorular ve sanat eserleri ne olabilir diye hep soruyorum. Bir Yapay Zekâ eğer öğrenebilir ise rüya görebilir mi? Çünkü aynı Yapay Zekânın kullanım biçimi, gerçekliği mimik etmesi. Ama bir sanatçı olarak beni heyecanlandıran şey, bu değil. Tam tersine, gerçekliğin ötesinde ne var? Dolayısıyla hiçbir şekilde zihnimi tatmin etmiyor. Bunu dönüştürüp yeniden görmek, uygulamak gerekiyor. Aslında bir nevi aktivizm formu ama, sadece bildiğimiz gibi değil. Akla gelen ilk aktivizm, artık eskisi gibi değil. Olması da gerekmiyor çünkü olanların herhangi bir değişim yapmadığını da araştırabildiğimiz kadarıyla gördük. Demek ki, yeni bir dünyada, belki de yeni bir başlık altındaki kurum ve kuruluşları sorgulama biçimi de değişebilir ve değişmeli.
Meselâ ben, eminim ki çalıştığım altı büyük kurum, şu anda hem verisini hem etik kararlarını sorguluyor. Doğaya zarar vermeden bilişim yapabilmeyi sorguluyor. Ben, bunu başarabildiğimi ölçebildim ve bugüne kadar hiçbir aktivizmin bunu yapmayı başarabildiğini ölçemedim. Yani veriye, mahremiyete, doğaya saygılı bilişim alanında aktif olarak, bir sanat eserinin böyle bir hareketi canlandırdığını göremedim. En azından, Macron’un davet ettiği etkinlikte, ya da BM’de göremedim. Davos’ta da göremedim. En azından güzel haber: Bu yaklaşımımın ‘çalıştığını’ söyleyebilirim. Etki yaptığını söyleyebilirim. Veriye ne oluyor vb., bunu eleştirme biçimi tabii ki bir yöntem. Ama, emek ve çevresinde konuşabilmek de önemli.
Yani bir tür, ‘Truva Atı’ gibi mi davranıyor Refik Anadol?
Ama sanat, her zaman böyle davranıyor. Sanatçılar her zaman, insanlığın ‘alarm mekanizmaları’ idi. Bu değişen bir şey değil. Bir sanatçının sanatçı olabilmesi için, ‘insanlığın alarm mekanizması’ olabilmeli. İnsanların pusulası olabilmeli. A, bu bir zorunluluk mudur bilemiyorum ama, benim kalbimden, içimden gelen his, yaptığım işi, kullandığım aracı, tekniği, yöntemi, egosantrik olarak saklamak değil, paylaşabilmek önemli. Tabii bu, öğretmenlik tarafından da geliyor. Bildiğiniz gibi aynı zamanda bir hocayım. Sadece bir sanatçıyım ve niyetim tekniğimi, niyetimi saklamak değil. Tam tersine kendimi olabildiğince anlatmaya, ifade etmeye çalışıyorum. Çünkü, eser her ne kadar soyut kalabilse de arkasındaki hayalin keskin bir şekilde anlaşılabilmesini düşünüyorum.
Örneğin Guggenheim Bilbao’nun basın toplantısına 100’den fazla basın mensubu geldi ve orada, hemen herkes aynı soruyu sordu. İlk defa, sanat odaklı bir basın toplantısında resmen, Avrupa’nın en güncel problemlerinin anlaşılabilir, üstten bakmadan ve eşit bir şekilde konuşmaya çalıştık. Tabii ki bunun karşısında çıkan 10’un üzerinde makale de çoğunlukla aynı şeyi söyledi. Çok pozitif bir eleştiri aldık. Şeffaflığı getirdiğinden bahsedildi. Kaldı ki burada ben (ABD’li kavramsal ressam) Mark Rothko’yu önereceğim. Çünkü Rothko, ‘İşlerim bir mekândır,’ diyor. Ben de aynı şekilde düşünüyorum. İşlerimiz bir mekân ve o mekâna gittiğimizde, insanların zihninin, ruhunun, aklının neyle karşılaştığı, benim için önemli. Hem güvenli bir mekân yaratmak hem zihnin korkularından arınabilme sınırlarını çözebilmek; bu sanrılar olabilir, mahremiyet olabilir, ‘veri’ olabilir, doğaya zarar olabilir: Bunların hepsinden arınabildiğimiz bir zamanı düşünelim. Ne yapıyoruz biz? Diyelim ki bunları çözdük ki, çözebiliyoruz: Şu an insanlık olarak elimizde teknoloji var. Bununla nereye gidiyoruz? Bunları konuşmak bana müthiş heyecan veriyor.
Gerek kriz dönemleri, gerek seçim süreçlerinde olsun, projelerinde hiç Google veya benzeri, hatta SpaceX- Elon Musk vb. kurum veya kişilerden ortaklık teklifi aldınız mı ?
Çok, çok çok geldi. Ama hepsinin bir yerinde bir şey ‘ayrımcılık’ barındırıyordu gibi hissettiğim oldu. Bir yere mensup bir hayalin, başka bir yere değişik miktarda davranamadığını hissettim. Bunlar ‘ahkâm kesebileceğimi’ öneren fikirlerdi ki, ben ‘ahkâm kesmek’ istemiyordum! Benim niyetim, doğa gibi, herkese eşit miktarda önemli konulara bakmak oldu. Doğadan daha önemli, herkese aynı anda, aynı miktarda önemli başka bir konu daha bilmiyorum. Doğa, yok olduğu ve bittiği anda geri kalan hiçbir şeyin başka bir anlamı kalmayacak. Çok temel, insanlığın en temelini oluşturan, nefesimizi aldığımız ortak problemlerin başını çeken doğadan daha ‘herkese aynı’ bir problem, bulamadım. Ve geri kalan her şeyin, bir şekilde, bir perspektiften hep bir başka ‘dualite / ikilik’ yarattığını fark ettim. Ve eğer, bu düzlemde yaşadığım ömür bu ise, kullanacağım enerjiyi bu düzlemde ayıran değil, bir araya getiren, birleştiren hayallere harcamaya karar verdim.
Üretim anlayışınızda rol model olarak sizi tetiklemiş yapıtlardan veya sanatçılardan söz ederken, minimalist kavramsal çağdaş ressam Mark Rothko örneğini verdiniz. Aynı zamanda işlerine baktığımda aklıma 1980’lerin kült Yapay Zekâ filmi War Games da (Savaş Oyunları) geliyor. Sizin bu yaratıcı imkânlarınızı diplomasi ile yan yana koyduğunuzda kurduğunuz hayaller var mı?
Aslında son dört yıldır Yawanawa isimli çok değerli bir Amazon kabilesi ile birlikte çalışıyorum. Beş yıla yaklaşıyor. Bunun bir parçasıyım. Bir ismim var. Sadece herhangi bir kişi de değiller. Çok özel bir bağım var. Bir aile gibi bağlıyım. Onların problemleri ve onlar sayesinde Amazonlar’ın problemlerini anlamış, dinlemiş biriyim. Ve bu problemlerini çözmek için, ama konuşmadan, gerçekten çözebilmeye destek olabilmek için, harekete geçmek, aksiyon alabilmek için, geçtiğimiz yıl bir eser serimizi bağışladık. Ve şef, bu bağışlar yoluyla transparan bir şekilde, Amazon ortasında altı tane yapı sundu. Bunların biri okul, diğeri müze ve öteki de kültür merkezi oldu. Geçtiğimiz ay, daha önce bir araya gelmemiş kabile üyelerinden oluşan 400 kişi, Amazonlar’ın tam ortasında 40 spiritüel lider ile, ilk defa oturdular ve dünyayı, hayatı konuşup, tartışabildiler. Bu benim kendi adıma gördüğüm, tartışabildiğim en büyük etkilerden biri. Bence bunu ‘diplomasi’ olarak düşündüğümüzde, bu 400 insan, barışçıl bir şekilde, iyi bir niyetle, dünyaya var olduklarını ifade edebildiler. Bunu sağladık. Bu insanlar 500, 600, 1000 kişi. Tekrar anımsatalım: Bu insanlar, ‘çok ufak’, bizim bildiğimiz hiçbir güce sahip olmayan ama, duyulmayan, çok uzakta, hiç bir aracı olmayan, dünyanın en iyi, onu en iyi koruyan insanlarıdır. Bizim için, ‘akciğerlerimizde yaşayanlar’ onlar.
Bildiğiniz gibi, BM odaklı bir küresel dil denemesi olarak ‘Esperanto’, 1950’lerde üzerinde çalışılan ama yeterince etki gösteremeyen bir çaba olarak hatırlanır. Sizin de bir nevi ‘veri dili’ ürettiğini düşünürsek, dünyada üretilebilecek ortak bir dil uğruna hayaliniz var mı?
Kesinlikle, işte bu da çok güzel bir soru! Gerçekten ve hep kalbimden bunu söylerim. Hakikaten, hayalim insanlığın dilini bulabilmek. Ama bu dili açıklarken, şu anda kullandığımız, ‘yapmış olduğumuz’ yüzlerce dilden, sınırdan, pasaportlarımızdan bahsetmiyorum. Bütün kültürler, milletler ve ülkelerin, artık insanlığa ne adını veriyorsak, onun Yapay Zekâ sayesinde yeni bir dili olabilme ihtimali var mı? İnsanlığın, daha önce bilmediğimiz, duymadığımız, keşfetmediğimiz başka bir dili var mı? Meselâ doğa gibi, hâlâ anlamaya çalıştığımız, milyonlarca yıldır var olan bu yaşayan varlık ile hâlâ bir iletişim kuramıyoruz. Bir dilimiz yok. Doğanın dilini bulmuş değiliz. Yapay Zekâ bize gerçekten doğanın dilini gösterebilir mi? Eğer bu yaşadığımız teknolojik dönemde böyle bir şey başımıza geldiyse, benim hissim ve hayallerim ile projelerimin de bir şekilde sanatın bir parçası olabilmesinin anlamlı olabildiğini düşünüyorum. Ömrüm yeter mi bilmiyorum. Ama, çalışmalarımda ‘veri’nin niyetinin bu olduğunu söyleyebilirim.
Yine, dilbilimci, sanat eleştirmeni ve akademisyen Zeynep Sayın’ın son birkaç yıldır Güney Amerika yerlilerinin dil ve kültürlerine, ürettikleri imgeler ve işlevlerine uzanan derinlikli çalışması ‘Çizginin Boşluğu’ şu aralar raflarda bulunuyor. Kitapta, bir Amazon kabilesinin ürettiği çizgilerin hem fiziksel hem görsel referansları ile, geometrik ve hatta bilgisayarlar içindeki yarı geometrik soyut motifleri çağrıştıran ‘kene’ isimli bir dili olduğu açıklanıyor. Acaba sizin de irtibat kurduğunuz Amazon yerlilerinin doğa ile aralarında medikal, kültürel ve sosyal, ortak bir dilleri mevcut mu?
Aslında şarkıları, duaları, resimleri, onların bir nevî dili. Tabii alıştığımız anlamda bir dil değil bu. Yapmış oldukları eserler, hayaller, müzikler, şiirler ve denemeler, yeni bir dil. Ama maalesef bu, bizlerin yayım, akademi ve bilişim teknikleri gibi yeni bir bellek oluşturamamış. Bu insanların toplumsal zihinlerinde, dediğim gibi sayıca binden daha az bir grup insanın devamlı bu bilgileri devamlı kayıt altına alıp saklayabilmesi ki, 1980’ler sonundaki kauçuk patronlarının onları yaklaşık bir 20 yıl boyu durdurmaları; bunların tümü bana şöyle de geliyor: Amazon’da doğayı gerçekten yaşayan, doğanın içinde ve ona tanıklık etmiş, doğayı binlerce yıldır anlamış bir grup insan var. Bu, bitmeyen bir yolculuk gibi. Ben ne zaman oraya gitsem, müthiş bir bilgelik söz konusu. Bu o kadar derin ki! Bizim hani, dünyanın öteki tarafına o hep üstten bakan, güya telefonundan saatine, hep teknolojiye hâkim o şapkamızı bir kenara koyalım. İşte bu, onlarla da o şekilde sohbet etmenin ve ne kadar eksiğimiz olduğunu da anlamanın bir yöntemi.
Referans proje ve linkler: