İzler, metnin resimle izdivacı ile, figürlerin, jestlerin başrolü üstlenmesine yarıyor. Hareket metinleşirken, metin tüm hareketler arasında bir nota defteri vazifesini görüyor. Banksy de, eserlerinde metin ve imge, mekân ve insan arasında üretken ve eleştirel denklemler kuruyor. Antik kentleri, ya da günümüz kentlerindeki hızlandırılmış antik izleri ne zaman keşfe çıksam, en eski ve en yeni arasındaki o yasak aşka ‘kıkırdamadan’ edemiyorum. O ince eşikte, hem güya en eski olan, hem de taptaze yeni olan, en ‘tarihi’ deyişlerinin andaki keyfini, hep birlikte çıkarıyor.
Bundan birkaç ay önce, Türkiye’nin katman katman bellek mevkilerinden, Muğla Eskihisar çevresine konuşlanmış Stratonikeia antik beldesi kazısında hayretle geziyordum.
Dikkatimi – İş Sanat’ın da desteklediği – bu kazı alanının mozaik yüzeyleriyle, baştan çıkarıcı ‘antik kütüphanesi’ne yakın noktalarda, tarihin farklı dönemlerinden günümüze – bilhassa bırakılmış – infografik semboller çekti. Sürekli kullanılan bir defterin sayfaları, sanki üst üste pozlanmış gibiydi.
Antik Yunan, Bizans, Osmanlı, Türk kültürüne yaslı nice geometrik, alfabetik ve manevî semboller, tarihin gelgitinde sürgit ‘fethedilen’ bu uygarlık adresinde, hemzeminde, dilsiz bir anlam uğultusuyla buluşmuştu. Danıştığımız arkeologlar, ziyaretimizde bu türlü izlere artık alışkın olduklarını, bu imge ve simgelerin esasen birer ‘mühür’, imza ya da fanî mülkiyet ibaresi olduklarını belirtmişti. Bu izler arasında beldeyi ziyaret eden, şafak sayan tertiplerden aşklarını sonsuzlaştırma gayretindeki çiftlere kadar yok, yoktu.
Bu geziden sonrasında, medeniyetin ilk sanat galerileri Fransa ve İspanya’daki tarih öncesi mağaralar, Gize’deki piramitlerin kumbarasındaki görsel anlatılar ve evrenin mistik gizem çemberi Göbeklitepe ile, uygar dünyanın bildiği ilk diplomatik çeviri metinlerden Rosetta taşının üstlendiği edebî ve estetik tercüme yüküyle, düşünmeyi, düşlemeyi sürdürdüm.
İnsanın, uğradığı her yüzeye, ezelden ebede kesintisiz bir hırsla iz bırakması, dünyayı bildiği en eski ‘kâğıt’tan sayma iradesi, niçin bu kadar etkiliydi ? Misal: Niçin Banksy denilen popüler, anonim ve pahalı duvar grafikerinin ağırlıkla günümüz Anglo-Sakson yüzeylerine bıraktığı soyut, politik ve figüratif imgeler, neden dünya gündemini ve sanat piyasasını tayin edecek kadar kudretliydi?
Israrla düşündüm. İzleri, metinleri. Bunlar ki, geleneğin geleceğe emanetleri, ibadetlerin maneviyata iniş – kalkış pistleri. Tarihin kıdemli yaşanmışlıklara adanmış, mahrem, ama hem de bileni takdir edici kamusal bilmeceleri. Bu mekânlar birer metin ise, her biri kendine özgü okuma notalarıyla, aynı zamanda biz gezginleri tahrik eden de zaman makineleri, tarihin halkla ilişkiler siluetleri.
Düzeyler ve taş yürekli yüzeyleri…
Yüzey ve düzey arasındaki bu tansiyonu yüksek, verimli irtibat, resimlere bırakılan bu imzalar, tarihler, yapıtlara verilen kodlar, arşiv künyeleriyle de sürüyor. Sanatçı, kendini bütüncül bir üretimin kaynağı olarak varsayıyor. Emeğinin tamamına koca bir matematiksel veya göstergebilimsel ağ ithaf ediyor. Kendi tarihinin DNA’sını, yine kendi eylemleriyle niteliyor.
İşte, sanat tarihi disiplini de bu esnada varlığını yapıtlar üzerinde hissettiriyor. Sanatçının hangi yaşta, hangi mevzide, hangi ruh hali ve ekonomik pozisyonda neyi ürettiği ve dahi ürettiği neye, ne kadar geri dönüş yaptığı, hep sanat tarihinin hakikat aygıtları arasındaki yerini alıyor.
İster dijital, ister sahici, ortalama bir imaja hak ettiği yoğunlukta bakma süremiz, giderek kısalıyor. Bugün neredeyse tekstile, otomotive, tasarım ve mimariye biçtiğimiz yeterlik ehliyetini, görsel sanatlarda da deneyimden evvel, ‘imzadan’ bekler hale getirildik. ‘Bu kimin resmi?’ ‘Bunu o mu yapmış?’ ‘Hadi canım O bunu yapmış olamaz, ben onu bilirim…’ diye kafamızda kendi yıldızlarımızı sayıkladık, durduk.
Yapıtı imzasından bile özgürleştirmek de, galiba sanat tarihinin ve talihinin üstlendiği mühim düğümlerden biri olarak, etrafta salınıyor.
Gördüğümüz bir imgeye, sahici mi, şöhretli mi, hatta nerede asılı gibi unsurları aşıp da bakmakla yükümlü kılınıyoruz. Her akıl, her sanat eserini kendi kaderince sahiplenerek, manevî yüzeyinin tam ortasına asmanın yollarını arıyor.
Bir müddet ‘özgün’ imge, toplum vicdanında gittikçe kamusallaşarak, hatta doğumundan kısa süre sonra türlü kamusal ‘edisyonları’ ile de kendi şöhretini tazeliyor. İmge, ister bir poster, ister dijital masaüstü deseni, ister tişört baskı, bez çanta deseni veya isterse telefon açılış ekranında, hep ona bakanın gönüllü esaretine maruz kalıyor.
İzler, metnin resimle izdivacı ile, figürlerin, jestlerin başrolü üstlenmesine yarıyor. Hareket metinleşirken, metin tüm hareketler arasında bir nota defteri vazifesini görüyor.
Banksy de, dünyadaki siyasal, sosyal, iklimsel veya finansal çatışma alanlarına konumladığı yankısı yüksek eserlerinde metin ve imge, mekân ve insan arasında üretken ve eleştirel denklemler kuruyor.
Bu sebepten ki antik kentleri, ya da günümüz kentlerindeki hızlandırılmış antik izleri ne zaman keşfe çıksam, hemen en eski ve en yeni arasındaki o yasak aşka ‘kıkırdamadan’ edemiyorum.
O ince eşikte, hem güya en eski olan, hem de taptaze yeni olan, en ‘tarihi’ deyişlerinin andaki keyfini hep birlikte çıkarıyor.
Herhangi bir ‘yüzey’e dikkatlice bakın.
Bilgide, görüntüde ve hafızada, kişisel ve kitlesel düzeyin merdivenlerini o an itibariyle çıkmaya (veya derinliklerine dalmaya) artık hazırsınız demektir.
Bu vesileyle, heykelden yerleştirmeye, tuvalden baskı resim ve sinemaya, tiyatroya, sanat yazarlığı ve yayıncılığına, kariyerinde pek çok yüzeye kattığı düzey ve özgünlükle, Türkiye ve dünya sanat tarihinin ölümüzlük defterine kızıl bir Eylül yaprağı gibi düşen, sevgili Mehmet Güleryüz hocamı da (www.mehmetguleryuz.com) saygıyla anıyorum.
Bir onur nişanesi misali, Türkiye’deki son kişisel sergisinin katalog metnini benim yazmamı tercih etmesi, tarihe bırakacağım fani izler arasında ön safta duracak. Bunun için kendisine sonsuza dek teşekkür ederim.