Sanayileşme ve teknolojik gelişmelerle birlikte 20. yüzyılın sonlarından itibaren sıkça dile getirilen kalkınma ve çevre problemleri özellikle son yıllarda tüm ülkelerin gündemini meşgul ediyor. İnsanın doğaya verdiği tahribat neticesinde yaşanabilir alanların azalması, kirlilik, çölleşme ve küresel ısınma gibi olumsuz gelişmeler biyoçeşitliliği tehdit ederken ürkütücü boyutlara ulaşıyor. 1972 yılında İsveç’in Stokholm kentinde yapılan Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı’nda kabul edilişiyle birlikte 5 Haziran, her yıl “Dünya Çevre Günü” olarak kutlanıyor. Sürdürülebilir çevre biyoçeşitliliğin korunması ile paralellik gösterirken, 1993 yılında imzalanan Birleşmiş Milletler (BM) Biyoçeşitlilik Sözleşmesi, gezegenimizin zenginliklerinin korunmasını hedefliyor.
Çevre duyarlılığı ve ekonomik büyüme gibi 1970’lerin hakim düşüncesinin sonucunda ortaya çıkan sürdürülebilir kalkınma anlayışı, yalnızca ekonomik alanda değil çevreye karşı duyarlı üretim politikalarıyla da kalkınmanın mümkün olduğunu söylüyor. Kalkınmanın devam etmesi; sürdürülebilir çevre ve gelecek kuşaklara yaşanabilir bir dünya bırakılması gerektiği gibi ahlaki sorumluluğu da beraberinde getiriyor. Çevresel sürdürülebilirlik, doğal kaynakların sürekliliğinin sağlanması anlamına geliyor. Biyoçeşitliliğin, insan sağlığının, hava, su ve toprak kalitesinin, hayvan ve bitki yaşamlarının korunması da çevresel sürdürülebilirlik içinde yer alıyor.
Kirlenen Çevre Geleceği ve Biyolojik Çeşitliliği Tehdit Ediyor
BM Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu’nca 1987 yılında yayınlanan Brundtland Raporu ekonomiyi, içinde bulunduğu çevreden ayrı görmeyen, ikisi arasında karşılıklı bağımlılık ve etkileşimin varlığını savunan bir anlayış olarak ortaya koyuyor. 2019’da Kenya’nın başkenti Nairobi’de BM Konferansı’nda sunulan 6. Küresel Çevre Görünümü raporunda ise iklim değişikliği, hayvan ve bitki türlerinde görülen büyük kayıplar, 10 milyara yaklaşan dünya nüfusu, toprakların çoraklaşması, hava kirliliği, hormonları değiştiren kimyasallar, böcek ilaçları ve plastiklerin sudaki varlığının, gezegeni insanlar için gitgide daha sağlıksız bir yer haline getirdiğine işaret ediliyor. Bu tespit biyolojik çeşitlilik açısından da oldukça düşündürücü ipuçları barındırıyor.
“Biyolojik çeşitlilik bir yaşam ortamındaki canlı türlerin, bunlara ait genetik özelliklerin, habitatların ve bu habitatlarda cereyan eden ekolojik ilişkilerin zenginliği” olarak tanımlanıyor. Rio Konferansı’nda imzaya açılan ve 1993 yılının Aralık ayında yürürlüğe giren Biyolojik Çeşitliliğin Korunması Sözleşmesi biyolojik çeşitliliğin yanı sıra genetik çeşitlilik kavramını da küresel boyutta ele alan ilk sözleşme olarak ortaya çıkıyor. Yine bu sözleşmede biyoçeşitliliğin korunması ilk kez, “insanoğlunun ortak çabasını gerektiren bir konu” olarak dile getiriliyor. Diğer yandan BM Biyolojik Çeşitlilik ve Ekosistem Hizmetleri Konulu Hükümetlerarası Bilim-Politika Platformunun (IPBES) raporunda insan faaliyetleri yüzünden 1 milyona yakın hayvan ve bitki türünün yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu belirtiliyor.
Çevrenin Sürdürülebilirliği
Yeryüzünün karşı karşıya bulunduğu çevre sorunları, küresel ölçekte insanlığın en büyük ortak endişesi olarak belirginlik kazanıyor. 20. yüzyılda ortaya çıkan ve 21. yüzyılda devam eden temel sorunlardan bazıları; tehlikeli atıkların taşınımı ve depolanması, ozon tabakasının tahribatı, iklim değişikliği, orman tahribatı, doğal kaynakların korunması ve hassas eko sistemler, atıklar, habitatların yaşam zincirlerindeki kopmalar ve yıkılmalar, çölleşme, toprak erozyonu, deniz seviyesinin yükselmesi, tarım alanlarındaki kayıplar, sel ve kuraklık olarak sıralanıyor. Bu nedenle doğal kaynakların sürdürülebilir bir biçimde kullanılması, korunması ve planlanması gelecek için önem kazanıyor.
Çevrenin sürdürülebilirliği, yenilenebilir ve yenilenemeyen kaynakların kullanımı, kirlilik, atık asimilasyonu gibi faaliyetlerde bir dizi kısıtlamalar getiriyor. Çevre devamlılığını amaçlayan bu faaliyetler çevre koruma politikalarıyla eş zamanlı ele alınıyor. Bu bağlamda global çevre koruma çalışmalarına tüm gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin aktif katılımının sağlanması, yeni ve ek finansman kaynakların oluşturulmasıyla bilimsel ve teknolojik bilgilere kolaylıkla ulaşabilmesi, yarınlar için atılacak en gerçekçi adımlar olarak görülüyor.
“Brundtland Raporu” olarak da bilinen “Ortak Geleceğimiz”, tüm dünyada çevre konusunda büyük yankı uyandırmış devamında “Rio Deklarasyonu” ise somut hedefleri ortaya koyarak temel bir yol haritası belirlemiştir. Fakat sürdürülebilir kalkınma, sürdürülebilir çevre ve biyoçeşitliliğin korunmasında 6. Küresel Çevre Raporu’nda da belirtildiği üzere yeterli adımlar atılamamıştır. Gelecek nesilleri tehlikeye atmadan onların da ihtiyaçlarını karşılayabileceği bir dünyayı bırakmak sürdürülebilir politikalara ağırlık verilmesiyle gerçekleşebilecektir. Bu sorumluluk, tüm ulusların ortak hareket ederek başarabileceği bir olgu olarak insanlığın önünde duruyor…