Sanat tarihinde babalık, ebeveynlik veya evlât olma hali, tükenmek bilmeyen bir araştırma ve gözlem kaynağı. Michelangelo’dan Picasso’ya, Albrecht Dürer’den Peter Paul Rubens’e, Cornelis de Vos’dan Rembrandt’a, Paul Cezanne’dan Jean-Leon Gerome ve Edgar Degas’ya, oradan Frida Kahlo, Louise Bourgeois ve David Hockney’e, bu konu popülerliğini hiç yitirmemiş gibi.
Resim. İnsanın adını ‘hayat’ diye genellediği onca resim arasından bazen bilerek, bazen kendinden bile isteye gizleyerek ayıkladığı bir garip aynalı çarşı olsa gerek.
İçinden geçtiğimiz ‘Babalar Günü’ süreci vesilesiyle, resmin sanatçılar adına nasıl bir kişilik terazisi, bir yüzleşme kaynağı olduğundan söz edecek olduğumuz vakit, özellikle klasik ve Modern plastik sanatta, bu konunun oldukça aktif ve ciddiye alınır bir yönü olduğu derhal dikkat çekiyor. Kronolojik, sanat tarihsel kaba bir anımsama ile, Michelangelo’dan Picasso’ya, Albrecht Dürer’den Peter Paul Rubens’e, Cornelis de Vos’dan Rembrandt’a, Paul Cezanne’dan Jean-Leon Gerome ve Edgar Degas’ya, oradan Frida Kahlo, Louise Bourgeois ve David Hockney’e, bu konu gerek evlatlık, gerek ebeveynlik mertebesinde popülerliğini hiç yitirmemiş gibi.
Bu ‘babalar gibi’ bariz, verimli konuya genel manzarada yaklaşıp, anımsamaya yöneldiğimizde, evvelce aklımıza din ve sanat ilişkisinin sembolik, ikonik çalışmalarından biri olan, bir Rönesans başyapıtı, Michelangelo Buonarroti imzalı ‘Adem’in Yaratılışı’ fresko resmi geliyor. Epik – illüzyonik bir yaklaşımla, insan evlâdı ve yüce tanrının gökte randevusunu olanca kutsiyeti ile betimleyen üstat Michelangelo, yapıtı Vatikan Şapeli’nin ‘ta göğüne’ yerleştirmekle hem optik bir hakikate, hem de manevî bir tutarlılığa vesile oluyor. Güçlü, kuvvetli cüssesi ve gençliğinin kasvetiyle ademoğlunun cinsel manâda da – Tanrı karşısında hayli masumane, teslimiyet içinde, dünya bahçesinde, aşağıda ve iktidarsız betimlendiğini de Tanrıya duyulan saygı ve sadakât bağlamında not alabileceğimiz bir kült eser bu. Yapıt, oğul ve babanın birbiriyle ancak parmak yakınlığındaki varoluş macerasını gözler önüne sererken, melekleri, hurileri, hizmetkârlarıyla beliriveren Tanrı, oğluna kendi ‘katından’ inerek, ona temas ile erişmekle, suretine aslı ile görünüyor, onu sahiplenip, sevgi ve kudreti ile sonsuz seviyede kutsuyor.
Renk teorisi konusunun uzmanı, ressam Paul Cezanne’ın ‘L’evenement gazetesi okuyan baba’ portresi ise, özyaşamöyküsel bir hazine sandığı olarak öne çıkıyor. ABD’nin başkenti Washington’daki The National Gallery koleksiyonunda yer alan bu eseri 1866’da tamamlayan Cezanne, mesleğini onaylamamış babasının eline bu gazeteyi iliştirmekle, aynı dönemde bu gazetede sanat eleştirisine başlamış eski dostu, ünlü yazar Emile Zola’ya bir selam iletiyor. Keza Cezanne’ın bankacı babası Louise-Augustine, sanatçının kariyerini resimden yana kullanmış olmasını hiç bir zaman onaylamıyor. Cezanne, yapıtında neredeyse babası ile arasındaki mesafeli ilişkiyi görsel manâda delillendiriyor. Soğuk, tahtımsı bir koltukta tek başınalığı tecrübe eden babası gazetede kendi âlemine gömülü iken, izleyen – evlât – takipçi, onu bakışları ve yerleştirdiği bu psikolojik boy aynası hizasında, sınıyor, sınıyor. Dahası, babasının ardında bile, büyük ihtimalle sanatçının da yaratıcılığına atıfla, bir natürmort, tüm inadı ve verimliliği ile, adeta resmin selameti adına ‘arkayı kolluyor’.
Oryantalist, tarihsel tabloları ile tanınan Jean-Leon Gerome’un kendi hayatının eşiğinden geçmişi ve geleceği sınadığı yapıtında ise, bir yuvanın sağlam kapısında zamanın bekçisi gibi konuşlanan baba ve oğul Gerome, sâdık, cins bir çift köpeğin emniyeti refakati ve evin, misafir ve sakinlerini hayat karşısında belli bir seviyeye ulaştırdığı basamaklarıyla izleniyor. Evin cephesini baharın bereketli dalları kaplarken, eşiğin güven veren karaltısında, aklı mavili tulumu ile meraklı bir sevimli yeni nesil Gerome seçiliyor. Ona, kapı önündeki resmî kostümünün beyefendiliği ve bastonu ile, dede Gerome göz kulak olup, bekçilik ediyor. Resim, figürlerinin vesile olduğu beklenti ve ürettiği sahneden kaynaklı yuva bilgisi ile, izleyicinin de bir ana ne kadar misafir olup olamayacağını sorgular bir dinamik yayıyor.
Sanat tarihsel tabirle ‘Sanatlar ve El Sanatları’ hareketinin verimli imzalarından, birden fazla disiplinde eser üreten bir diğer sanatçı, Cezanne ve Gerome ile neredeyse dönemdaş sayabileceğimiz bir başka sanatçı da, çalışmaları Malmö Müzesi koleksiyonunda yer bulan Carl Larsson. Pastoral içerikli aile hayatı temelli kompozisyonlarıyla da bilinen, üç çocuk babası Larsson da, ‘Brita ve Ben’ isimli bu resminde, üç kızından biriyle kendini resmediyor. İç mekân detaylarındaki moral ve huzur kaynağı objeleriyle, resmi bir boy aynası olarak gönülden kullandığı dikey yerleştirmesiyle, Brita’nın babasının omuzlarında zirveye çıkan yaşam sevincindeki tebessüme bilhassa dikkat çeken bu çalışma, yine ev içinde bir duvarda asılı durarak bize bakan ata hafızasıyla da, kendini nesiller arası bir zaman makinesi kılıyor.
Bunun gibi, ‘Post-İzlenimcilik’ akımının dünyaca meşhur sanatçısı Vincent Van Gogh’un, meslektaşı Millet’nin 1858 tarihli aynı adlı füzen ve pastel teknikli resminden yola çıkıp, bir fotoğrafı üzerinden yorumladığı ‘İlk Adımlar’ tablosu da ‘babalar ve evlâtları’ konusuna popüler bir delil sunuyor. Halen New York Metropolitan Sanat Müzesi’nde görülen tablo, geleneksel kostümleriyle huzur dolu bahçelerinde işi gücü bırakan bir ailenin, yavrularının ilk adımlarına nasıl güven ve sevgi ile kucak açtıklarını gözler önüne seriyor.
Her ne kadar izlenimci olarak tanımlanırsa da, kendini bir gerçekçi olarak niteleyen, yine okuduğunuz bu ressamlarla dönemdaş sayabileceğimiz Fransız palet Edgar Degas’nın babasına bakışı ise, diğerlerine nispetle, biraz daha melankolik gibi. Gençken hukuk okuyup, sonradan Ingres’in izinde imgelerin peşinden giden ve daha çok dans konulu resimleriyle tanınan sanatçı, ilgili eserde babasının dinlediği Pagan – İsveç çıkışlı kemanistin ürettiği tınının tüm ağırlığını üstlenmiş olarak betimliyor. Kahverengiden beyaza ilerleyen yoğun ama tutarlı fırçasıyla ressam, sanatçı ve dinleyicisi arasındaki mahrem irtibatı ortaya koyarken, babası ile kendi arasına koyduğu saygı ve sevgi bağını da, bir bakıma 1869 tarihli bu hem uzak, hem yakın kompozisyonla sonsuzlaştırıyor.
Paris’e 1870’lerde sergi için gittiği esnada Degas ile tanışan ve tanınmış bir diğer ressam olan John Singer Sargent tarafından o sırada yaşayan en değerli ressam sözleriyle övülmüş İtalyan ressam Antonio Mancini de, kariyerinin ortalarına doğru, babasını tarihi bir figür büstü refakatinde betimliyor. Yaşını başını almış, ancak vakur hali ile yaşlı ve sağlam bir ağacı andıran babasının paltolu, kasketli ve oturur vaziyetteki portresini büyük ihtimalle stüdyosunda yorumlayan sanatçı, bu çalışmasında da kişisel ve hakiki olan arasındaki ince, karanlık ama sahici, samimi o çizgiyi zorlayarak, biricik bir gözlemin öncülüğünü üstleniyor. 19’ncu yüzyıl realist hareketine İtalyan kökenli bir çıkış olarak bilinen Verismo akımına sâdık sanatçı, d’Orsay Müzesi’nde 1876’da sergilediği iki resmi ile de sanat tarihine kaydını yaptırmış bulunuyor.
‘Baba olma’ meselesi, sanat tarihi boyunca bir çok akıma dahil nice sanatçı için adeta bir tür aktif psiko-terapi kaynağı olmuşa da benziyor. Bilinçlerinin ‘altını üstüne’ sanatlarıyla getirerek, gerek kişisel, gerekse kamusal tarihleriyle katman katman, biçim biçim yüzleşen sanatçılardan biri, İsveçli modern ve yaban hayatı tasvirleriyle usta Bruno Lilijefors., 1884’te betimlediği babasını ‘kendi doğasında’ kılma uğruna elinden geleni yapmışa benziyor. Evinin huzur veren sessizliği ve saksıdaki çiçekli bitkileriyle babasını ayaklarını uzatmış biçimde yansıtan Lilijefors, saygı ve hayranlıkla hatırlamaya yöneldiği çalışkan, erdemli bu kişiyi, dağınık (olduğu için her daim el üstünde) kitap yığınının güvenceli gölgesi önünde, bir gazeteyi özel büyüteci ile didikleyen haliyle anımsamaktan yana duruyor. Gazetenin kâğıdının içerdiği ferahlatan açık mavi tonu, ressamın babasından devraldığı bilgelik ve tevazu dersinin gizli bir delili olarak, resmi ruhsal manâda tuhaf biçimde diri tutuyor.
Bunun gibi, dünyanın bir başka yanından, Rusya’dan ABD’ye göçen ressam Nicolai Fetchin ise, hep çok çalışmış ve üretmiş, mobilya ve el sanatları, dekoratif yaratıcılık ustası babası Ivan’ı bu kez açık havada keyfine bakarken yorumlamış. Ressam, ABD’ye göçlerinden yedi sene önce Rusya’da yaptığı bu eserinde, kendisiyle özdeşleşen özel resim tekniği ile, palet bıçağının ucu ile sunduğu kalın boya vurguları ile dikkat çekiyor. 1916 tarihli çalışma, halen Smithsonian Amerikan Sanatı Müzesi koleksiyonunda yer alıyor. Canlı renkleri, sağlam detaylarıyla öne çıkan çalışma, sanatçının babasını mümkün mertebe kendi iç dünyasında tutmaya gayret eder mesafesiyle de, ressamın babasına hayranlığını yansıtıyor.
Öte yanda, Frida Kahlo’nun 1951 tarihli ve babasını konu edindiği portresi de, detaycılığı, hayranlık uyandırıcı duygusallığı ve aynı zamanda resim yüzeyini bir günce gibi tuttuğu bilgi ve kişisel nesneleriyle, sanat eserini bir tür kişisel kazı alanına büründürüyor.
Sonuç yerine, sanat tarihinde babalık, ebeveynlik veya evlat olma hali, tükenmek bilmeyen bir araştırma ve gözlem kaynağı olmuşa benziyor. Yazımızı sanatın dehalarından sayılan, kübist akımın babası Pablo Picasso’nun geç dönemde, en az üç evlat sahibi olduğu sırada yaptığı 1971 tarihli bir yapıtı ile neticelendirdiğimizde, konunun ne denli çetrefilli, insanın karakterini karman çorman edebilecek bir deneyim kaynağı olduğu kendini belli ediyor.Fransa’nın başkenti Paris’teki Picasso Müzesi’nde duran çalışmada bir ebeveyn, evlâdı ile birlikte, sürrealist ve kübist bir yaklaşımla tasvir ediliyor.
Bu meyanda sanat tarihi, David Hockney’den Jonathan Lasker’a, oradan Salvador Dali’ye ve Louise Bourgeois’ya, bir çok imzanın bu konuda farklı üslûplarla verdiği örneklerle zenginleşmeyi ve bize babalığın farklı çehrelerini günümüzde de yansıtmayı sürdürüyor.