Aylardır evdeydik ve etrafımda pek çok kişinin bu süreçte çok istediği halde tek bir kitap bile okuyamadığını hayretle öğrendim. Meğer belirsizlik, insanlarda kaygıyı artırıp konsantrasyonu azaltıyormuş. Evet, hepimiz kaygılıyız. Hayatımız ne zaman yeni normalden kurtulup eski normale dönecek bilmiyoruz ancak yine de aklımızı yapacağımız işe vermek tamamen kendimizi disiplin altına almakla alakalı. Nereden biliyorum? Dünyanın en büyük eserlerini yaratan sanatçıların, fikir insanlarının çalışma ritüellerinden…
Oturup İlham mı Bekleyelim, Kalkıp Disipline mi Girelim?
Mason Currey ‘Günlük Ritüeller’ (Daily Rituals-How Artist Work) kitabında Picasso’dan Van Gogh’a, Çaykovski’den Descartes’e, Jane Austen’dan Goethe’ye kadar hayran olduğumuz büyük fikirlerin ve eserlerin yaratıcılarının çalışma ritüellerini anlatıyor.
Günlük alışkanlıkların yaratıcı sürece etkisini örnekleyen kitapta dikkatimi çeken, bu isimlerin neredeyse tamamının üretmek için günün erken saatlerini seçmesi oldu. Çoğu, aklında hiçbir fikir olmasa da her gün aynı saatte çalışma masasının başına geçiyor. İlham gelmesini bekleyenin sayısı belli bir disiplin altında üretene göre çok çok az.
Her birinin kendine göre ritüeli de var. Örneğin Somerset Maugham bir manzara karşısında yazmanın imkânsız olduğuna inandığı için boş bir duvara bakan masasında yazarmış romanlarını. Carl Gustav Jung her sabah yedide uyanıp tencere ve demliklerini selamlayarak kahvaltı eder, ardından iki saati yazı yazmaya ayırırmış. Toni Morrison sosyal hayattan tamamen izole yaşarken, İgor Stravinski kendini tıkanmış hissettiğinde amuda kalkarak beynini dinlendirirmiş. Kafka ise gündüzleri sigorta şirketinde çalıştığı için ancak akşam yemeğinden sonra ev sessizleştiğinde saat 22.30 gibi daktilosunun başına oturur ve istisnasız her gün kendi ölümünü düşünürmüş.
Beni Anlamadın Ya Ben Ona Yanıyorum
Her gün kendi ölümünü düşünen 20 yüzyıl edebiyatının en önemli isimlerinden Franz Kafka 41 yaşında hayatını kaybetti. Mutsuz bir çocukluktan mutsuz bir yetişkinliğe uzanan kısa hayatında en büyük derdi babasıydı…
Kafka 36 yaşındayken babasına yaşadığı sorunları ve babasının karakteri nedeniyle çektiği acıları anlattığı uzun bir mektup yazdı ve o mektup Kafka’nın ölümünden sonra ‘Babaya Mektup’ (Brief An Den Water) adıyla basıldı.
“Çok sevgili babam” diye başlayan mektupta Kafka’nın babası tarafından bir türlü kabul görmeme sebebini ve babasının davranışlarından ötürü çocukluğundan itibaren suçluluk bilincinin nasıl gelişip yaşamı boyunca da yakasını bir türlü bırakmadığını öğreniyoruz.
Mektupta babasına, “Tutarsız mizacın gereği çocuğuna sürekli ve ilkesel olarak düş kırıklıkları yaşatmak zorundaydın” diyen Kafka’nın bu cümleleri sağlıksız baba-çocuk ilişkisi için çok iyi bir örnek.
Kafka da olsan içindeki çocuğun acısı hayat boyu dinmiyor… Bu mektubu her ebeveyn okumalı.
Bana Duygunu Söyle Sana Ne Kadar İhmal Edildiğini Söyleyeyim
Tıpkı Kafka’nın babasında olduğu gibi çocuklarına hayatı zehir eden ebeveynlerin illa kötü insanlar olmasına gerek yok. Belki onlar da çocukluklarında duygusal olarak ihmal edildi ve bu yüzden duyguları anlamakta zorlanıyorlar. Son zamanlarda okuduğum en iyi kitaplardan biri de Dr. Jonice Webb-Dr. Christine Musello tarafından yazılan ‘Çocuklukta İhmalin İzi: Boşluk Hissi’ (Running on Empty).
Kitap, bebeklikten itibaren ebeveynlerimizin duygusal ihmalinin hayatımız üzerimizde yaratacağı boşluğu örneklerle anlatılırken o boşluğu bugün nasıl doldurabileceğimizin yollarını da gösteriyor:
“Çocukken ihmal edilmiş olan yetişkinler genellikle kendi ihtiyaçlarının neler olduğunu bilmezler. İstekleri, ihtiyaçları ve duyguları görünmezdir” cümlesinin altını çizdiğim kitapta, duygularımızı doğru kelimelerle ifade edebilmek için bir de ‘duygu sözlüğü’ yer alıyor. Duyguların ve onları ifade etmenin önemine ise şu sözlerle vurgu yapılıyor: “Duygusal anlamda ihmal edilen insanlar iyi birer dinleyicidirler. Ancak konuşmakta, özellikle de kendileriyle ilgili bir şey anlatmakta çok iyi değillerdir. Aslında bu şekilde hayatlarındaki önemli bir besin kaynağını kesip atarlar. Her şeyden önce duygusal bağ hayatın özüdür ve hayatı yaşamaya değer kılar. Yakıtınızın ne olduğunu biliyor musunuz? Duygularınız. Eğer onların farkında olmaz ve onları içselleştirmezseniz o duygular içinizde iltihaplanır; dışarıya öfke ve asabiyet olarak çıkar.”
Umarım bu kitap bana olduğu kadar sizlere de iyi bir rehber olur.